Münih`te görülmekte olan TKP/ML davasında Sami Solmaz ın savunma avukatlarından olan Dr. Roland Meister 24 Haziran 2020 tarihinde Mahkeme heyetine yönelik mütalaasını yayımlıyoruz.Politik bir dava olan TKP/ML davasında Avukat Roland Meister`in savunmaya yönelik konuşmasında ; “TKP/ML’yi, Federal Başsavcılığın yaptığı gibi, cinayet ve suç işlemek için kurulmuş bir örgüt olarak nitelemek absürt olmakla kalmaz, aynı zamanda bir iftiradır da “ dedi.
TKP/ML davasının kararı 28 Temmuz Salı günü açıklanacak. Karar günü Münih Mahkemesi önünde devrimci, demokratik kurumlar ” Devrimci Mücadele her yerde Meşrudur ! ” TKP/ML yargılanamaz!” şiarıyla dayanışma mitingi ve yürüyüş gerçekleştirecekler.
“24.06.2020
Sami Solmaz vd. karşı davada Av. Meister’in mütalaası
Sayın mahkeme heyeti,
Sayın Savcı Heise,
Değerli sanıklar ve değerli meslektaşlarım,
Sevgili Sami Solmaz!
I.
Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi 7. Mahkeme Heyeti 17 Haziran 2016 tarihinden bu yana, Alman hükümetinin yetkilendirmesiyle, on sanığa karşı Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist’i (TKP/ML) kriminalize ve diskrimine etme amaçlı bir ceza davası yürütmektedir. Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist parti adının, kendisi tarafından da kullanılan Almancaya doğru tercümesidir. Federal Başsavcılık bugüne dek Almanca tercümede doğru adlandırmayı kullanmayı başaramadı, onun yerine birçok açıdan yanlış olan Türkiye Komünist Partisi/Marksistler-Leninistler adını kullanmaya devam ediyor.
Davanın başlamasından bu yana dört yıldan uzun bir süre geçmiş durumda. “Yurtdışındaki bir terör örgütü” olduğu karalamasıyla karşı karşıya olan TKP/ML’nin sözde elebaşlarından olduğu iddiasıyla Müslüm Elma beş yıldan uzun süredir tutuklu yargılanmakta. Müvekkilim Sami Solmaz’ın da aralarında yer aldığı diğer sanıklar da yine uzun süreler tecrit koşullarında tutuklu kaldılar.
Müvekkilim, tutuklama kararının infazının durdurulmasının ardından, Bayan Dr. Banu Büyükavcı ve Bay Dr. Sinan Aydın ile birlikte mahkeme salonunda polis özel görev gücü USK tarafından bir kez daha tutuklandı. Ancak suçlamalar asılsızdı ve tutukluluk kararının infazı tekrar durduruldu.
Dava süresince savunma avukatları verdikleri dilekçelerle birçok defa, davanın Ceza Davaları Usulü Kanunu § 206 a uyarınca düşürülmesi gerektiğine işaret ettiler. Başka nedenlerin yanı sıra, Federal Hükümet -daha somut olarak söyleyecek olursak, Federal Adalet Bakanlığı- tarafından verilmiş geçerli bir kovuşturma yetkisi mevcut değildi.
Meslektaşlarım mütalaalarında bu konuya zaten daha ayrıntılı biçimde değindiler; bu noktada bunu dile getirmek ve bu konudaki açıklamalarına katıldığımı belirtmekle yetiniyorum.
Müvekkilim Sami Solmaz adına, yargılamaya Ceza Davaları Usulü Kanunu § 229’da belirlenen ara sürelerini ihlal edecek şekilde devam edilmesi sebebiyle ana davanın durdurulması ve yargılamaya baştan başlanması gerektiğine dikkat çekmiştik. Dolaysızlık prensibinden türetilen teksif ilkesinin ihlali söz konusudur. Ceza Davaları Usulü Kanununa Giriş Kanunu § 10 anayasaya aykırı olduğundan, ara sürelerinin uzatılması devreye girmemiştir. Ceza Davaları Usulü Kanununa Giriş Kanunu § 10 hukuk biliminde de giderek daha fazla tartışma konusu olmaktadır. Örneğin, Bayan Dr. T. Niedernhuber (LMU Münih) “Ceza Davaları Usulü Kanununa Giriş Kanunu § 10 – Teksif İlkesinin Geçici Ortadan Kaldırılışı mı?” başlıklı incelemesinde şu sonuca varmaktadır: “Böylece, Ceza Davaları Usulü Kanununa Giriş Kanunu § 10’daki yeni düzenlemeler en azından sisteme aykırıdır. Teksif ilkesini ihlal ederler; zira ara sürelerinin aşılması halinde davanın yoğunlaşmasından söz edilemez.” (Yazarın das gesamte Verfahrensrecht (GVRZ) dergisi tarafından 2-3 Mayıs 2020 tarihlerinde düzenlenen “Salgın Döneminde Dava Hukuku” başlıklı online konferans çerçevesinde yaptığı bir konuşmaya dayanan metnin tamamına şu adresten erişilebilir: https://www.youtube.com/watch?v=ipstUphpXUk&feature=youtu.be )
II.
Yalnızca buradaki on sanıkla sınırlı kalmayan antikomünist bir siyasi davayla karşı karşıyayız. Bu dava, antikomünist gelenek dahilinde, devrimci güçlere yönelik baskıcı tutumun devamı niteliğindedir. Komünist zihniyeti diskrimine etmek, Türkiye’deki antifaşist ve devrimci faaliyetleri ve o faaliyetlerle dayanışmayı kriminalize etmek, antifaşistleri, ilerici ve devrimci insanları yargılamak, hapsetmek ve -eğer Alman vatandaşı değillerse- Türk rejiminin işkencehanelerine sürmek için, Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1956 tarihli Almanya Komünist Partisi’ni (KPD) yasaklama kararına ek olarak kapsamlı olanaklar yaratılmak isteniyor.
Davada savunma avukatları -Federal Anayasa Mahkemesi’nin malum içtihatını da göz önünde bulundurarak- bu davanın bir Eyalet Yüksek Mahkemesi Devlet Koruma Mahkemesi’nde görülmesini sorunsallaştırmadı. Ancak Bay Heise’nin Federal Başsavcılık temsilcisi olarak mütalaasındaki basmakalıp antikomünist laflar karşısında yine de belirtmek istiyorum ki bu tür devlet koruma mahkemelerinin varlığı, “olağanüstü mahkeme” yasağına (Anayasa § 101 1. paragrafı) aykırıdır. Bu durum geçmişte de böyleydi, günümüzde de böyledir. “Olağanüstü ya da özel mahkemelerin” yasaklanması, açıkça ifade edildiği üzere, Hitler Faşizminin Almanya’da binlerce komünisti ve Alman ordusunun işgali altındaki ülkelerde binlerce partizanı ya da gerillayı “terör saldırıları” nedeniyle idama mahkum eden ve cezalarını infaz ettiren Özel Siyasi Mahkemelerine bir tepki niteliğindeydi.
Savunma avukatları, Federal Anayasa Mahkemesi’nin Anayasanın 101. maddesinin 2. paragrafına dayanarak “özel uzmanlık alanlarından sorumlu mahkemelerin” yasaya aykırı olmadığı ve yalnızca bir suçun işlenmesinin ardından “yasal sorumluluklara aykırı bir biçimde özel olarak kurulan ve tekil somut ya da bireysel vakaların karara bağlanması için atanan” mahkemeleri “olağanüstü mahkemeler” olarak gördüğünün bilincindedir.
Devlet Koruma Mahkemelerinin son on yılların siyasi hukuk tarihindeki rolünü de göz önünde bulundurduğumda, bu görüşü kabul etmem söz konusu olamaz.
Bu durum, bir yandan geçmişte devlet koruma davaları için daima özel hakimlere gerek duyulmasından kaynaklanıyor. Federal Meclis’te, Devlet Koruma Mahkemelerinin kurulmasıyla (Mahkemeler Kanunu § 74a) ilgili tartışmada Federal İçişleri Bakanı Robert Lehr (CDU), “devlet koruma hakimlerinin özel derecede devlete sadakatleri ve devlet çıkarlarına koşulsuz itaatleriyle vs. diğerlerinden ayrılması gerektiği” açıklamasını yapıyordu. (Alıntı: Pieter Bakker-Schut, Stammheim, Neuer Malik Verlag, Kiel)
Federal Başsavcılık temsilcisi de mütalaasında, komünist ideolojiyi kendisi tarafından “terörizm olarak görülen yurtdışındaki TKP/ML faaliyetlerinin” zemini olarak gördüğünden, komünist faaliyetlerin cezalandırılması gerektiğinin altını çizdi. Bu davayı o da Almanya’nın komünistleri kriminalize ediş tarihinin bir parçası olarak görmektedir.
TKP/ML’nin bir terör örgütü olduğunu öne sürdüğü mütalaası, örgütün ideolojisine dair açıklamalarla başlıyordu: Savunmanın yazdığı kadarıyla başka şeylerin yanı sıra şunları söylüyordu:
“TKP/ML 1973 yılında İbrahim Kaypakkaya tarafından kuruldu. Marksizm-Leninizm ideolojisinin yanı sıra Mao Zedong’un fikirlerinin de takipçisidir. Türkiye’deki devlet ve toplum biçimini bir demokratik halk devrimi aracılığıyla ortadan kaldırmayı ve proletaryanın diktatörlüğü altında sosyalizm ve komünist bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Hedeflerine ulaşmak için şiddeti meşru bir araç olarak görmektedir. İllegalite, ilkelerinden biridir ve aynı diğer Marksist-Leninist örgütler gibi, demokratik merkeziyetçi ilkeler uyarınca hiyerarşik ve merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Bu, yalnızca katı bağlayıcılık ilkesini değil, her kademede azınlığın çoğunluğa tabi olması gerekliliğini de kapsar. Buna bir kuruldaki karar alma süreçlerinde çoğunluk kararının geçerli olması da dahildir.”
TKP/ML insanlık onurunu hiçe sayan bir terör örgütü değildir. Dosyada TKP/ML’nin suçlandığı çabalar ne insanlık onuruna saygılı bir devlet düzeninin temel değerlerini baştan reddeder ne de halkların barış içinde bir arada yaşamasına karşıdır.
İddianamenin de ortaya koyduğu üzere, Türkiye’nin faşist diktatörlük teşkil eden şimdiki devlet ve toplum düzenini bir devrim aracılığıyla ortadan kaldırmak ve sosyalizmi kurmak isteyen komünist bir örgüttür söz konusu olan. Öz tarifi uyarınca, TKP/ML aynı zamanda Kürt ulusuna ve diğer ulusal azınlıklara yönelik yönelik milliyetçi baskıların da acımasız düşmanıdır. Örgüt bu konuda, gönüllü birlik ilkesine dayanır. İç işleyişi, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre tasarlanmıştır. Çoğunluğun karar vermesi elbette demokratiktir. Komünizmden, genel tanımı uyarınca, ortak mülkiyet ve kolektif sorun çözümü zemininde tüm toplum mensuplarının sosyal eşitliği ve özgürlüğü fikirleri anlaşılmaktadır. Ve sosyalizm kavramı altında ise kapitalizmin aşılması ve işçi sınıfının yoksulluk ve ezilmekten kurtularak eşitlik, dayanışma ve özgürleşmeye odaklı bir toplum düzenine kavuşması şeklinde özetlenebilecek çok sayıda ideoloji toplanabilir. Dolayısıyla, TKP/ML’nin amacı ve hedefinden yola çıkarak, insanlık onurunu hiçe sayan ya da halklar arasında barışa karşı olan bir örgütün söz konusu olduğunu gösteren herhangi bir ipucu elde edilemez.
Federal Başsavcılığın mütalaasına ve davanın bütününe antikomünizm kılavuzluk etmektedir. Antikomünizm karmaşıktır ve değişiklik gösterebilir ama aynı zamanda kalıcı bir ana hatta sahiptir. Antikomünizm, emperyalist siyaseti ve faşizmi meşrulaştırmaya hizmet eder. Hitler Faşizminde “Yahudi Bolşevizminin imhası” şiarıyla, sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen imha savaşını ve Yahudilere yönelik kitle katliamını meşrulaştırma işlevi görecek bir düşman tahayyülü yaratılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra antikomünizm -artık resmen antisemitizmden yoksun olarak- komünizm ile faşizmi totalitarizm teorisiyle aynı kefeye koymak suretiyle Hitler faşistlerinin ve taraftarlarının savaş sonrası Almanyasına entegrasyonunu meşrulaştırmak için çabalamıştır. Günümüzde totalitarizm ya da aşırıcılık teorisi belirgin bir biçimde yeniden canlandırılmaktadır. Söz konusu teori kurtuluş mücadelelerini ve sosyalist, devrimci güçleri faşizm ve terörizmle aynı kefeye koymakta ve tarih politikası alanında antifaşizmi komünizmden arındırmaya çalışmaktadır. Oysa antifaşizme geçmişte de günümüzde de komünizm hatırı sayılır ölçüde damga vurmaktadır. Ve antikomünizm nihayet bir toplumsal disipline etme aracıdır ve -bugün de gördüğümüz üzere- ırkçılığa, islamofobiye ve antisemitizme kanalize etmenin bir aracıdır. Özellikle dünya çapında gittikçe daha çok sayıda insanın kapitalizme alternatif olacak bir toplum biçimi arayışında olduğu ve tartıştığı günümüzde antikomünizm yeniden körüklenmektedir. Baskıları, sağcı hükümetleri ve siyasi uygulamalarını meşrulaştırmakta ve aşırı gericilerin ve faşistlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Bu, kapitalizmin krizlerinin giderek daha çok gözle görülür hale geldiği günümüzde gerçekleşmektedir: Çevre tahribatı, Korona krizi, saldırı savaşları, 80 milyon mülteci, artan yoksulluk ve işsizlik, ırkçılık ve antisemitizm, demokratik hak ve özgürlüklerin aşındırılması vs.. Sosyalizmin itibarı artmaya devam etmektedir. Antikomünizmin çok çeşidi vardır; ama hepsi de komünist özgürlük ideolojisinin lekelenmesine hizmet eder. Devrimcilerin kriminalizasyonu, iftiralar, tutuklamalar ve başka ülkelerde ayrıca yargısız infazlar sayesinde, sosyalizm ya da komünizm üzerine demokratik tartışmaların genel olarak engellenmesi hedeflenmektedir. Sosyalizm/komünizm tarihi, başarılar ve yenilgilerin yanı sıra hatalarla dolu bir tarihtir aynı zamanda. Ancak antikomünizm ve onunla bağlantılı olan kriminalizasyon, komünistleri lekeleyerek, iftira atarak, kriminalize ederek ve -bu davada da yaşadığımız üzere- tecrit koşullarında hapsederek bu konu hakkında objektif, bilimsel ve saygılı bir tartışmayı engellemek istemektedir. Tek başına bu sebepler dahi sanıkların, meslektaşım Kleinert’in de dile getirdiği gibi, siyasi nedenlerle beraat etmeleri için yeterlidir.
Federal Başsavcılık temsilcisi mütalaasında sözlerine şöyle devam ediyordu:
“Davanın -amacına uygun olarak- yalnızca olguların ceza hukuku açısından önemlerini denetlemesi gerekmektedir. Ahlakileştirmek ve ideolojikleştirmek, özellikle de kendinde bir amaç olarak kendini üstün görmek ona yabancıdır. Bir davaya damgasını vuran şey, önem ifade eden koşullara ve kanıtlara dayandırılmasıdır.”
Bu nedenle, Türkiye’deki toplumsal gerçekliği iddia makamının suçlamasıyla bağlantılı olarak değerlendirmeyi de gerekli görmedi; Erdoğan rejiminin bir diktatörlük olduğu gerçeği onun için olsa olsa ceza takdiriyle ilgili bir mesele teşkil ediyor; onun gözünde, 129 b / kovuşturma yetkisi aracılığıyla sözde kuvvetler ayrılığının yerle bir edilmesinin sorunsallaştırılması ideolojikleştirme, terörist etkinlikler ile silahlı antifaşist direniş arasında ayrım yapılmasıysa ahlakileştirme anlamına geliyor; -Çin ya da Küba’daki gibi- halk devrimleri ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasında olduğu gibi sosyalist ülkelerin oluşmasıysa onun gözünde terörizmden başka bir şey değil.
Çoğunluk kararı ve azınlığın çoğunluğa tabi olması, onun gözünde, merkeziyetçi, hiyerarşik ve antidemokratik.
TKP/ML’nin “illegalite ilkesi” onun için terörist yapı anlamına geliyor.
Bu son hususta kısa bir hatırlatma. 21 Nisan 1973 tarihinde mahkemedeki açıklamasında İbrahim Kaypakkaya başka sözlerin yanında şunları söylüyordu:
“O dönem aynı zamanda Trakya’da köylülerin toprak ağaları tarafından jandarmanın yardımıyla şiddet kullanarak el koyduğu toprakları işgal etmesi kampanyasını ve … işçilerinin haklı grevlerini ve direnişlerini destekledim. İşçilerin 15-16 Haziran 1970 tarihindeki gösterilerine katıldım. Faşistlerin üniversitelere saldırılarına karşı da gençleri örgütleyerek bir savunma olanağı yaratıldı; buna ve diğer demokratik eylemlere katkı sundum. … Tüm bunlar o dönem legal olan faaliyetlerdi. … Bir devrimci olarak, bu faaliyetlere … katıldım.” (Alıntı: İbrahim Kaypakkaya, In stürmischen Jahren, Texte von İbrahim Kaypakkaya, Zambon-Verlag, Frankfurt, 2011, S. 265 vd.)
Federal Başsavcılık 12 Mart 1971 tarihinde Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştiğini ve Nisan 1971 – Eylül 1973 tarihleri arasında sendikaların ve özellikle de komünist örgütlerin yasaklanması anlamına gelen bir olağanüstü halin yürürlükte olduğunu göz ardı ediyor. Öldürülmemiş ya da tutuklanmamış olan çok sayıdaki yoldaşı gibi, İbrahim Kaypakkaya da illegal alana geçti. Ayrıca 1971 askeri darbesi, Türkiye’deki yegane askeri darbe değildi. Federal Başsavcılık, aynı meslektaşım Jasenski’nin daha ayrıntılı olarak değindiği TKP/ML’nin çok çeşitli siyasi ve toplumsal faaliyetini olduğu gibi, bunu da görmezden geliyor. Bu, onun gözünde, ideolojikleştirme ve ahlakileştirme anlamına geliyor.
Almanya’da KPD de ne 1933’te (Hitler Faşizmi tarafından yasaklandığında) ne de 1956’da (Federal Anayasa Mahkemesi yasaklama kararı aldığında) gönüllü olarak illegal alana geçmiştir.
Çeşitli meslektaşlarım mütalaalarında zaten Türkiye’de devrim yoluyla demokratik koşullara ulaşmak için silahlı mücadelenin meşruluğu meselesine değindiler. Emperyalist Almanya’nın payının hiç de önemsenmeyecek düzeyde olmadığı Ermeni soykırımını da, Kürt halkının içinde bulunduğu koşulları ve kendi kaderini tayin hakkını da ilk kez yeniden konu ederek Türkiye’de ve dünyada toplumsal söylemin merkezi konularından biri haline getiren TKP/ML ve İbrahim Kaypakkaya’ydı.
TKP/ML’yi, Federal Başsavcılığın yaptığı gibi, cinayet ve suç işlemek için kurulmuş bir örgüt olarak nitelemek absürt olmakla kalmaz, aynı zamanda bir iftiradır da. Bu tutum, diktatörlük rejimlerinin hukuki meşrulaştırma çizgilerine fena halde benzeyen tehlikeli bir “pratik hukuk ya da yasa pozitivizmine” dayanır. Bu argümanlarla bugün Heydrich suikastı ya da Yunanistan ve Fransa’daki partizanların işgalci faşist Alman ordusuna yönelik bombalama eylemleri de terörizm olarak mahkum edilebilir. Meslektaşım Hofmann, Danimarka’daki Alman işgaline karşı partizan savaşı bağlamında bu konuda zaten bir şeyler söyledi.
TKP/ML’nin hedefleri hakkında yeterince metin mevcut. Örneğin, TKP/ML’nin Kürt sorunuyla ilgili hedefleri hakkında İbrahim Kaypakkaya şöyle yazıyordu:
“Marksist-Leninist hareketin demokratik halk diktatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur: Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, her hangi bir milletin, her hangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına her hangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir.” (İbrahim Kaypakkaya, Programmatische Schriften, Mayıs 2013, S. 223 vd.)
TKP/ML burada Karl Marx’ın “proletarya diktatörlüğü” kavramının takipçisidir. Marx şimdiye kadarki tüm devlet biçimlerini “bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmek için örgütlü şiddeti” ve böylece her egemenlik biçimini diktatörlük olarak nitelemiştir. “Devlet”, Marx için, “bir sınıfın diktatörlüğü” ile eşanlamlıdır. Marx ile Engels’in anlayışına göre, toplumsal devrimin ilk adımı devlet iktidarının ücretli çalışan çoğunluk tarafından ele geçirilmesi olduğundan, ücretli işçiler de “bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmek için [politik] şiddetini” örgütlemek zorundadır. Ücretli işçilerin politik egemenliğine “işçi sınıfının egemenliği”, “işçi sınıfı devleti” ya da “proletarya diktatörlüğü” adları verilebilir. Bu devrimci devlet biçiminin tarihteki ilk örneği, konsey demokrasisiyle Paris Komünü’ydü. Konsey demokrasisi, büyük çoğunluğun küçük bir azınlık üzerindeki diktatörlüğü olduğu için, halkın çoğunluğu için artık asıl anlamıyla bir devlet değildir; çünkü “büyük çoğunluğun hükümeti” o çoğunluğa şiddet uygulamaz.
Federal Başsavcılık temsilcisi -iddianamede olduğu gibi- mütalaasında da, bu “proletarya diktatörlüğü” kavramını anlamsızca sanıkları ve TKP/ML’yi karalamak ve mahkum etmek için kullanmaktadır.
Özel mahkemeler sorununa geri dönecek olursak:
Alexander von Brünneck “Federal Almanya Cumhuriyeti’nde Komünistlere Karşı Siyasi Hukuk 1949-1968” (Suhrkamp, Frankfurt 1978) adlı kitabında, Devlet Koruma Daireleri ve Mahkemelerinin kurulması bağlamında özel mahkemeler sorununa da değinmiştir:
“1. Ceza Hukuku Değişiklik Kanunu (1951) siyasi suçlardan sorumluluğu genel sorumluluk düzenlemeleri sisteminin dışında tutuyordu. … Bu siyasi suçlardan sorumluluk düzenlemesi, yargıda sapma … ihtimalini ortadan kaldıran kapsamlı bir tektipleşmeyi olanaklı kılıyordu. Pratikte ‘tüm siyasi davaların merkezi yönlendirilmesi sağlanmış oldu’ (Kuzey Ren Vestfalya Adalet Eski Bakanı Posser) … Siyasi hukukun az sayıda hukuk organında yoğunlaştırılması, siyasi hukuku ağırlıklı olarak alışılageldik cezai kovuşturma sistemini onaylayan hakimlere devretme imkanı sağlıyordu. … Hakimler yalnızca kendi mesleki rollerini meşrulaştırmak için dahi, -devlet koruma organları mensuplarıyla benzer biçimde- … ‘komünist tehlikeyi’ büyük görme eğiliminde olmuş olabilir. (bkz. Örneğin Jagusch, Die Zeit vom 9. und 16. Februar 1962; Amelunxen, Politische Straftäter, bes. S. 93 f.) Bu durum kendisini, devlet koruma hükümlerinin çoğunun kapsamları genişleterek yorumlanmasında dışa vurmuştur. Ceza mahkemeleri komünistlere karşı can alıcı yaptırımları uygulama olanağına resmen sahip olsalar da, Anayasa Koruma Dairesi’nin ve siyasi polisin kapsamlı ve dallanıp budaklanan gözetleme ve soruşturma faaliyetleriyle karşılaştırıldığında ancak siyasi hukuk sisteminin son aşamasını teşkil ediyorlardı. Onların payına düşen, -en önemli vakalarda- özellikle sonradan denetim ve dışa dönük olarak nihai meşrulaştırma işleviydi. … Siyasi ceza hukuku, bütünüyle ele alındığında, Federal Hükümet’in … kendisine yönelik davranış beklentilerine uygun hareket ediyordu. … Ceza mahkemeleri, siyasi hukukun kapsamının daraltılmasını dileyen liberal siyasete karşı büyük ölçüde bağışıklılık kazanıyordu. Aksine, siyasi makamlarla uyum içinde, içtihatı inanılırlıkları ve kararlarının kabulü ancak mümkün olacak noktaya kadar genişletiyorlardı.” (agy, S. 224 vd.)
Bu durumu bu davada da yaşadık ve iki kayda değer kapsam genişletme gerçekleşti:
Bir yandan, 129 b davalarında yalnızca Federal Almanya Cumhuriyeti’nin güvenlik güçleri ve gizli servisleri değil, aynı zamanda Türkiye’deki Erdoğan rejimininkiler de dallanıp budaklanan gözetleme ve soruşturma sisteminin bir parçası oldu.
Öte yandan, adalet sistemi yalnızca Federal Hükümet’in davranış beklentilerine uymakla kalmıyor, artık 129 b davalarında açıkça görevlendirme olarak görülmesi gereken Federal Hükümet tarafından verilen kovuşturma yetkisine dayanarak harekete geçiyor.
Alexander von Brünneck’in komünistlere yönelik kovuşturmalar konusunda kaynak teşkil eden eseri 1978 yılında yayınlanmıştı. 2017 yılından bu yanaysa Prof. Dr. Josef Foschepoth’un bilimsel incelemesi “Anayasaya aykırı! Soğuk İçsavaşta KPD Yasağı” (Verlag Vandenhoeck&Ruprecht, Göttingen) mevcut. Foschepoth, şimdiye dek erişilemeyen devlet belgelerine dayanarak, 1956 yılında verilen KPD’yi yasaklama kararının anayasaya aykırı olduğunu kanıtlıyor. Söz konusu belgeler, tüm davanın başından itibaren yürütme ve yargı, yani Federal Hükümet ile Anayasa Mahkemesi tarafından strateji, taktik ve içerik açısından koordine edildiğini ortaya koyuyor. Sözde kuvvetler ayrılığı bu yasaklama davasında mevcut değildi; mevcut olan, yalnızca Federal Hükümet’in baskısı altında KPD’nin yasaklanmasında ısrarcı olan bir devletti. Foschepoth bilimsel incelemesinin “Siyasi Zihniyetlerin Cezai Kovuşturmaya Uğraması” başlıklı bölümünde aşağıdakileri ifade ediyor:
“30 Ağustos 1951 tarihinde birinci Ceza Hukuku Değişiklik Kanunu … yürürlüğe girdi. Parlamenterler, ne kadar sorunlu bir kanun çıkardıklarını çok iyi biliyorlardı. Parlamentoların, hukuk bilimcilerin ve kamuoyunun sert tepkileri eksik olmamıştı. Muhalefet birçok kez, söz konusu kanunun … ‘Üçüncü Reich’ın’ ceza hukukuna endişe verici derecede yakınlığını eleştirmişti. Yeni siyasi ceza hukuku, büyük ölçüde zihniyeti cezalandıran bir hukuktu, zira ‘aynı olay için komünistler cezalandırılırken, komünist olmayanlar beraat ediyordu’. … Böylece Polis Devlet Koruma Dairesi’nin ipleri bütünüyle Yüksek Federal Savcının ya da resmi ünvanının 1957’den sonraki haliyle Federal Adalet Divanı Federal Başsavcısının ellerindeydi. Federal Hükümet’in talimatlarına tabi olan Federal Yüksek Savcı, siyaset ve adalet sistemi arasındaki bağlantı noktasını teşkil ediyordu. Böylece siyasi suçların kovuşturulmasında yalnızca hukuki değil, aynı zamanda siyasi kriterlerle de karar verilmesi garanti edilmiş oluyordu. Federal Yüksek Savcı tekrar tekrar Federal Adalet Bakanı aracılığıyla Federal Hükümet’ten emir alıyordu. … Federal kabinede, siyaseten uygunluğu kriter alınarak, uzun uzun 14 KPD’li parlamenterin hangilerinin tutuklanıp, hangilerinin tutuklanmaması gerektiği tartışılıyordu. … Yeni oluşturulan ceza mahkemelerine elbette, aşırı derecede nasyonal sosyalizmi çağrıştırdığından, ‘Özel Mahkemeler’ adının verilmesi söz konusu olamazdı. … Başlangıçta siyasi davaların büyük bölümü ‘devlet için tehdit teşkil etme’ alanında örgüt suçlarına (anayasa karşıtı örgüt, komplo örgütü, suç örgütü) yoğunlaşıyordu. … KPD’nin anayasaya aykırı olduğu tespit edildikten sonra, … bunlara KPD yasağına aykırı hareket etme nedeniyle açılan davalar eklenecekti.” (Agy., S. 86 vd.)
Kitabının cezai kovuşturmayla ilgili bölümünün sonunda Prof. Dr. Foschepoth, aktörlerden bazılarının faaliyetleri sona erdiğinde vicdan azabı çektiğini vurgulayarak şöyle yazıyordu: “Federal Yüksek Savcı Max Güde de giderek daha çok vicdan azabı çekmeye başlıyordu. … Federal Adalet Divanı’ndaki en yüksek savcı olarak görevinden ayrılmadan kısa bir süre önce … Spiegel’de yayınlanan röportajında şaşırtıcı derecede sert eleştirilerde bulunuyordu: ‘Günümüzdeki siyasi hukuk, Özel Mahkemelerin (Hitler) nasıl mümkün olduğunu açıklamamızı sağlayan omurgasızlıkla hüküm vermektedir.’” (Agy., S. 105)
Siyasi Devlet Koruma’nın Prof. Dr. Foschepoth tarafından anayasaya aykırı olduğunu belirtilerek eleştirilen yaklaşım biçimi tutuklamalar, işten çıkarmalar, iftiralar, mal varlığına el koymalar ve çalışma yasakları aracılığıyla yüzbinlerce insana çok büyük zararlar verdi. Mağdurlar büyük ölçüde Hitler Faşizmi sırasında Almanya’da kovuşturmaların da, direnişin de esas yükünü taşıyan insanlardan oluşurken, onlara yönelik davalarda görevli olan hakim ve savcılar, bugün açığa çıkmış olan belgelere göre, yüzde 80 oranında faşist bir geçmişe sahipti.
Alman siyasi hukuku, bu davada da yine -Müslüm Elma ya da müvekkilim gibi- Türkiye’deki faşizme karşı mücadelelerinin bedelini yıllarca hapis yatarak ve ağır işkenceler görerek ödemiş insanları hedef almaktadır.
Tarafsız gözlemciler bu duruma belki “alt üst olmuş dünyalar” adını verebilir; ama Almanya’daki antikomünist ceza hukukunun ve tarihsel sürekliliğinin gerçekliğidir söz konusu olan.
TKP/ML’ye yönelik dört yıllık Münih Komünistler Davasında açığa çıkmıştır ki gerçekten de son yıllarda özellikle Türkiyeli ve Kürdistanlı antifaşist ve devrimci güçlere yönelik davalarda gelişen bir özel mahkemeler hukuku söz konusudur.
Yalnızca bu nedenle dahi bu davanın açılmaması ya da kapatılması gerekirdi.
Meslektaşlarım, bu davada nasıl adil yargılama ilkelerinin somut olarak da çiğnendiğine değindi. Bay Dr. Özgür Savaşçı’nın dil bilirkişisi olarak görevlendirilmesi ve savunmanın, taraflılığı nedeniyle reddi yönünde verdiği dilekçelerin geri çevrilmesi açısından da geçerlidir bu. Bir yandan Bay Savaşçı Aleviliğe sözde hizmetleri nedeniyle Erdoğan hükümeti tarafından ödüllendirilirken, Aleviliğin gerçek temsilcileri kriminalize edilmektedir. Örneğin, İstanbul Ceza Mahkemesi 18 Haziran 2020 tarihinde -yani altı gün önce- Avrupa Alevi Federasyonu’nun onursal başkanı ve geçmişte HDP milletvekili olan Turgut Öker’i terörizm propagandası ve cumhurbaşkanına hakaret suçlarından mahkum etmiştir.
Bu bağlamda, güncel gelişmeler nedeniyle ve Türkiye’deki meslektaşlarımızla dayanışma içinde, Türkiye’nin diktatörlük karakterini vurgulamak için şunları da belirtmek istiyorum:
Türkiye’deki 41 farklı baroya üye olan avukatların Ankara’ya “Savunmaya Özgürlük” yürüyüşü dün sona erdi. Söz konusu yürüyüş, özellikle, baroların tamamen devlet denetimine sokulmasını sağlayacak güncel bir yasa tasarısına karşı yapıldı.
HDP Eşbaşkanı Mithat Sancar’ın bu konudaki açıklaması şöyleydi:
“İktidar hak arayan herkesi hain ve terörist ilan ediyor. … Barolara yönelik yasa tasarısı da darbeci bir anlayışı gözler önüne seriyor. Hükümet sözcüleri açıkça, kendilerine karşı çıkan herkesi susturmak istediklerini söylüyorlar.”
Şu anda bin beş yüzden fazla avukat siyasi nedenlerle cezai kovuşturmaya uğramaktadır. Aydınlatılmamış cinayetler ve tutuklamalar yaşanmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin raporuna göre, 2017 sonunda Türkiye’de çoğu bir “terör örgütüne” üye olmak ya da desteklemek suçlamasıyla olmak üzere 570 avukat tutukluydu. Bu durum, Türkiye’deki TKP/ML davalarında faal olan meslektaşlarımızla işbirliğine gitmemizi büyük ölçüde engellemek suretiyle bizim savunmamız için de engel teşkil etti.
III.
Sami Solmaz dava esnasındaki bireysel açıklamalarında hayat hikayesine de değindi. Daha önce Türkiye’de de Türk hükümeti tarafından terör örgütü olarak nitelenen “TKP/ML”ye üye olduğu suçlamasıyla tutuklanmış, işkence görmüş ve Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) tarafından idama mahkum edilmişti. Daha sonra idam cezası, “ömür boyu hapse” çevrilmişti. Türk güvenlik güçlerinin 2000 yılının Aralık ayında siyasi tutsaklara yönelik, çok sayıda devrimci tutsağın hayatını kaybetmesine ya da ağır yaralanmasına yol açan saldırısının tanıkları arasında yer alarak bizzat yaralanmıştı. İşkence yüzünden mahvolan sağlığı -başka sorunların yanı sıra Korsakoff sendromu- nedeniyle hapis cezasının askıya alınarak serbest bırakıldıktan sonra kaçtığı Fransa’da mülteci statüsü tanınmıştı.
Daha sonra Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Solmaz’a yönelik olarak çiğnenmesi nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkum edilmişti.
Fransa’da uzun yıllar legal siyasi faaliyetlerde bulundu ve Fransa’daki siyasi partiler, medya kuruluşları ve hükümet temsilcileri tarafından muhatap kabul ediliyordu. Almanya’daki tutukluluk kararı nedeniyle beklenmedik bir biçimde tutuklandı. Yetkili Fransız mahkemesi ilk önce haklı olarak Almanya’ya teslim edilmesini reddetti. Federal Savcılığın büyük baskısı sonuçta kararın değiştirilerek Almanya’ya teslim edilmesine yol açtı.
Türkiye hükümeti de iadesini talep ettiğinden, İnterpol tarafından kırmızı bültenle aranıyordu. Şu anda Almanya’da sürmekte olan bir iade davası var. Hatta bu yüzden Yunanistan’da bir süreliğine tutuklu kaldı. Büyük dayanışma sayesinde, Yunan adaleti tutukluluk kararını geri çekti; zira Solmaz Türkiye’de muhalif bir siyasetçi olarak siyasi kovuşturma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ayrıca İnterpol de kırmızı bülten kararını artık geri çekti.
Müvekkilimiz ırkçılığı da bizzat deneyimledi. ATİK erken bir tarihten itibaren sürekli olarak kamuoyunu NSU’nun göçmenlere yönelik cinayetlerinin ırkçı bir arka planı olduğu konusunda uyarıyordu. Örneğin, Mayıs 2013 tarihli ATİK gazetesinde şöyle yazıyordu:
“On yıldan uzun süre boyunca NSU göçmenleri sistematik bir biçimde öldürmüştür. Devletin güvenlik organları aynı dönemde ‘radikal sol’ örgütlere yönelik bir av yürütüyordu.”
Bu davaya bakıldığında, ne kadar da doğru sözler. Polis ve medya kuruluşları bunları hala solcuların polise ve adalet sistemine çamur atmaya yarayan abartılı lafları olarak bir kenara atarken, o Alman güvenlik güçlerinin ve adaletinin hiçbir şey yapmamasını eleştiriyordu.
Alman güvenlik güçlerinin ve gizli servislerinin gerçek dahlini gizleme çabaları bugün de hala devam ediyor olsa da, artık neyin ne olduğunu daha iyi biliyoruz.
Sami Solmaz Türkiye’deki faşist rejimi eleştirmekte ve eleştirilerini kamuoyu önündeki eylemlerle açıkça ortaya koymaktadır. Erdoğan rejimi karşısındaki tanınan bir muhalif ve devrimci bir siyasetçidir. Bu nedenlerle yargılanmaktadır.
Federal Hükümet Türkiye’nin NATO ortağı olduğu için, Federal Hükümet ve ona bağlı siyasi adalet sistemi tarafından cezalandırılmak istenmektedir. Medyadaki Türkiye’nin iki yıl üst üste Almanya’nın silah satışı listesinin tepesinde yer aldığı haberleriyle de uyumludur bu durum. Almanya’nın silah ihracatının üçte biri Türkiye’yedir. “Almanya Basın Ajansı’nın elindeki Ekonomi Bakanlığı tarafından gizli olarak sınıflandırılan bir belgeden bu sonuç çıkmaktadır.” (“Almanya’nın savaş silahı ihracatının üçte birden fazlası Türkiye’ye”, Welt.de’de 23 Haziran 2020 tarihinde yayınlanan haber)
Şimdiye kadarki mütalaalarda zaten Federal Hükümet ile Türk rejimi arasındaki ortaklığa değinildiği için, bu konuda daha fazla söz sarf etmeyeceğim.
IV.
Sanıkların ve savunma avukatlarının yargılama sürecinin hemen başında eleştirel bir biçimde belirttikleri şeylerin, 15-16 Temmuz 2016 tarihlerinde -Erdoğan hükümetinin olayları yansıtma biçimiyle- bir darbe girişimi gerçekleştiğinde toplumsal gerçeklik tarafından da bir kez daha gösterilmesi, bu davanın ilginç özelliklerindendir. Söz konusu darbe girişimi başarısız oldu ve Erdoğan tarafından açık diktatörlük kurmanın bahanesi olarak kullanıldı.
(Mahkeme heyeti tarafından bilinen) Tüm sonuçlarıyla 15-16 Temmuz 2016’dan sonra da hem Federal Hükümet’in, hem de Federal Başsavcılık ile mahkeme heyetinin bu davada bugüne dek ısrarcı olmaları, bu davanın alametifarikalarındandır. Bu davada olan, Erdoğan rejiminin durmadan yeni kötülüklerinin açığa çıkmasına rağmen faşist diktatörlüğün kabul edilemeyecek taleplerinin yerine getirilmesidir. Bu, Türkiye’ye dönük bir yatıştırma politikası olarak da nitelenebilir. 1938 Münih Antlaşması, Çekoslovakya’nın kısmen işgalinin ardından, bugün uluslararası eleştirilerin hedefindeki Hitler Faşizmine dönük yatıştırma politikasının sembolüdür. Yine de Federal Hükümet bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uluslararası hukuka aykırı şekilde Suriye’ye girmesinden ve Afrin’i ve Rojava’nın bir bölümünü işgal etmesinden herhangi bir sonuç çıkarmamaktadır.
V.
Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından bu yana 11.000’den fazla insan güvenlik güçlerinin yargısız infazlarına kurban gitmiştir. Bu eylemlerin çoğu hiçbir zaman aydınlatılmamıştır ve açıklığa kavuşturulan vakaların büyük bölümünde failler kovuşturmaya uğramalarına rağmen ceza almamıştır. Ayrıca aynı dönemde, şimdiye kadar 1.080’i belgelenen binlerce “kayıp” vakası da yaşanmıştır. Bu konudaki kimi diğer belgeler ve kanıtların bir bölümü, güvenlik güçlerinin kayıp yakını örgütlerine yönelik operasyonlarında imha edilmiştir. “Faili meçhul cinayet” ve “kayıp” kurbanları, çoğunlukla Kürtlerden ve -özellikle de TKP/ML’ye üye olan- solcu muhaliflerden meydana geliyordu.
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından yüzlerce defa mahkum edildi; ne mahkeme heyeti ne de Federal Başsavcılık bu husustaki TKP/ML ile ilgili dava dosyalarını davaya dahil etme gereği gördü. Türkiye, müvekkilimizin kriminalize edilmesi dolayısıyla da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı hareket etmekten suçlu bulundu. Federal Başsavcılık, iddianamede kendiliğinden bu karara atıfta bulunmayı gerekli görmemişti bile. Onun yerine, Türkiye’nin müvekkilime yönelik, AİHM tarafından eleştirilen asılsız suçlamalarına yer verilmişti.
Türk rejiminin baskıcı uygulamaları, 1994 yılından bu yana, yılık raporlar yayınlayan İnsan Hakları Derneği (İHD) tarafından aralıksız olarak belgelenmiştir. Söz konusu raporlarda (genelde kontrgerilla, Jitem ya da MİT tarafından eğitilen Hizbullah tarafından işlenen) “faili meçhul” cinayetler, diğer yargısız infazlar, işkencede ölümler ve gözaltında kayıplar yer almaktadır. Bu uygulamalar, TKP/ML üyesi ya da sempatizanı olduğundan şüphelenilen çok sayıda insana da yöneliyordu.
Özellikle yönetici kadrolar hedef olarak seçiliyordu.
İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede öldürülmesi, davada savunma avukatları tarafından konu edildi.
Yine TKP/ML’nin ikinci genel sekreteri de Türk güvenlik güçleri tarafından işkencede öldürülmüştü. Sözünü ettiğimiz, 1947 yılında Dersim’de doğan Süleyman Cihan. Gözaltına alınmasının ve ölümünün ayrıntıları Kürşat İstanbullu’nun “Gözaltında Kaybolanlar” adlı kitabında betimlenmektedir. Kitapta, Türk güvenlik güçlerinin Süleyman Cihan’ın öldürülmesinden sorumlu olduğunu kanıtlayan belgeler de mevcuttur.
Sonradan MKP’ye dönüşen TKP(ML)’nin aralarında örgütün genel sekreteri Cafer Cansöz’ün de yer aldığı 17 önder kadrosunun öldürülme biçimi de yine savunma tarafından davada konu edilmiştir.
Türk rejiminin yetkililerinden bu cinayetler için hiçbir zaman hesap sorulmamıştır.
VI.
Sanıkların cezalandırılabilirliği TKP/ML, TİKKO ve TMLGB’nin “yurtdışındaki terör örgütleri” değil, silahlı bir ihtilafta taraf olmaları nedeniyle de ortadan kalkmaktadır. Federal Başsavcılık bu soruya hiç ilgi göstermemeyi seçti. Belli ki bunu lüzumsuz bir ideolojikleştirme ya da ahlakileştirme olarak görüyor.
Federal İdari Mahkeme de 2017 yılındaki bir kararında, “uluslararası hukuk zemininde sözleşmeler aracılığıyla genel olarak kabul gören bir terörizm tanımı geliştirme girişimlerinin tam olarak başarıya ulaşmadığını” kabul ediyordu. (30 Ağustos 2017 tarihli karar, BverwG 1 VR 5.17)
Avrupa Adalet Divanı Başsavcısı da Avrupa Adalet Divanı’ndaki mütalaalarında tekrar tekrar şuna işaret ediyordu:
“Zorluk kısmen şu anda uluslararası kabul gören bir terörizm tanımı olmamasından kaynaklanıyor.” (BAŞSAVCI PAOLO MENGOZZI’nin C-57/09 ve C-101/09 numaralı birleştirilen davalardaki 1 Haziran 2010 tarihli sonuç dilekçeleri)
Örneğin, Bloksuz Devletler grubu Birleşmiş Milletler genel kurulunda aşağıdaki tanımı önermişti:
“Şiddet eylemleri ve sömürgeci, ırkçı ve yabancı rejimler tarafından uygulanan diğer zulüm biçimleri…; terörist faaliyetleri diğer egemen halklara yönelen arta kalan faşistlerden oluşan örgütlere ya da paralı asker gruplarına devletler tarafından göz yumulması ya da destek verilmesi.” ( UNGA, Bericht des ad hoc-Komitees über internationalen Terrorismus, 28. Sitzung Anhang 28 (A 9028), 1973, S. 22)
Uluslararası Kızıl Haç da sürekli olarak, ‘asimetrik askeri ihtilafların’ gelişiminin gerektirdikleriyle uğraşmaktadır.
5 Şubat 2013 tarihli “Uluslararası İnsani Hukuk İçin Güncel Görevler” başlıklı pozisyon deklarasyonlarında şöyle yazıyordu:
“Güncel silahlı ihtilaflarda uluslararası insani hukukun koruma kapsamı hala çok büyük öneme sahip. Birçok durumda devletler sivil halkın temel gereksinimlerini karşılayacak durumda ya da karşılamaya hazır değil ve bu tür durumlarda uluslararası insani hukuk, aralarında insani yardım örgütlerinin de yer aldığı diğer aktörlerin yardım önlemlerini devletin de onayıyla gerçekleştirmelerini sağlamakla görevli. Fakat insani erişimin önünde hala engeller var ki bu engellere yardıma ihtiyacı olan sivillere yardım götürülmesini engelleyen askeri, siyasi ve güvenlikle ilgili meseleler de dahil. … Son yıllarda sınır ötesi askeri operasyonlar bir devletin topraklarında yeni askeri varlık biçimlerine neden olmakta ve dikkatleri yeniden işgal gücünün hakları ve yükümlülüklerine … çekmektedir. … Çok sayıda yeni teknoloji modern savaş alanını fethetti. Siber alem yeni bir potansiyel savaş alanı açtı; İHA’lar gibi uzaktan kumanda edilen silah sistemleri, ihtilafların tarafları giderek artan oranda kullanılmaktadır. … Sivil halkın korunması açısından sürekli sorunlardan biri, konvansiyonel silahlara erişimin ve kötüye kullanılmalarının yeterli oranda düzenlenmemesidir. Cenevre Konvansiyonu ve uluslararası hukuk uyarınca devletler, uluslararası insani hukuka uyulmasını güvence altına almakla yükümlüdür. Buna, kendi verdikleri silahların ve cephanenin muhtemelen uluslararası insani hukuku çiğneyecek biçimde kullanacak şahısların eline geçmemesi hususundaki sorumlulukları da dahildir. … Uluslararası insani hukuk açısından son sorunlardan biri, devletlerin -özellikle de uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda- devlet dışı silahlı grupların kendilerine karşı gerçekleştirdikleri bütün savaş edimlerini “terörizm” olarak nitelendirmesidir. Silahlı ihtilaflar ve terör eylemleri, farklı hukuki düzenlemeler tarafından yönetilen farklı şiddet biçimleri teşkil ederken, kamuoyunda sürekli iç içe geçmeleri nedeniyle eşanlamlıymış gibi algılanmaktadırlar. Silahlı ihtilaflarda ‘terör eylemi’ kavramının kullanımı, birbirinden ayrı iki hukuki düzenlemenin birbiriyle karıştırılmasına yol açmaktadır. … Yine kimi devlet dışı silahlı grupların “terörist gruplar” olarak adlandırılmasının da aynı şekilde insani angajman üstünde ciddi etkileri vardır ve insani faaliyetleri engelleyebilir.”
Türkiye, Türkiye sınırları içinde yer alan Sur’da olduğu gibi, aynı zamanda IŞİD ile işbirliği halinde Rojava’da da insani yardıma ulaşımı engellemektedir. Sadece Türkiye’deki Kürt bölgelerinde değil, Suriye’de de işgalci güçtür ve sürekli savaş suçu işlemektedir. PKK ve HPG gibi, TKP/ML ve TİKKO gibi kurtuluş güçlerine karşı İHA’lar kullanmaktadır.
Türkiye, -uluslararası olarak fikir birliği olduğu üzere- uluslararası insani hukuku ihlal edecek şekilde kullanan El Kaide ve IŞİD gibi İslamcı terör örgütlerine ve Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi şubelerine büyük çapta silah teslim etmektedir. Bu hususta, yalnızca Suriye ve Kuzey Irak’taki Yezidi ve Hristiyan azınlıklara yönelik saldırılarına bakmak yeterli olacaktır.
Uluslararası Kızıl Haç, “uluslararası insani hukuk açısından son sorunlardan biri, devletlerin -özellikle de uluslararası olmayan silahlı çatışmalarda- devlet dışı silahlı grupların kendilerine karşı gerçekleştirdikleri bütün savaş edimlerini ‘terörizm’ olarak nitelendirmesidir,” yazıyorsa; Federal Hükümet ve Federal Başsavcılık, Federal Kriminal Daire ve Alman gizli servislerini PKK ya da TKP/ML gibi devlet dışı silahlı güçleri ‘terörist’ olarak görerek onlara karşı harekete geçme yetkisi verme uygulaması açısından da geçerlidir bu ifade.
Federal Başsavcılık bu eleştiriden somut olarak 4 Haziran 2020 tarihinde İsviçre Federal Ceza Mahkemesi’nin bir kararı aracılığıyla haberdar olmuştur. İsviçre adaleti bir sözde “PKK kadrosunu” Almanya’ya teslim etmeyi reddetmiştir. Bellinzona’daki Federal Ceza Mahkemesi’nin karar gerekçesinde (AZ: RR.2020.39), söz konusu vakada cezalandırılabilirliğin mevcut olmadığı belirtilmiştir. Alman Devlet Koruma Dairesi, Türk vatandaşı olan Kürt’ü 2014 yılında “yurtdışındaki bir terör örgütünün tam kadrosu” (Ceza Kanunu §§129 a/b) olarak, yani PKK için Federal Almanya topraklarında faaliyet göstermekle suçlamaktadır. Sonradan, 2015/2016 yıllarında –”PKK ya da Halk Savunma Güçleri HPG için genç taraftarlar kazanma– faaliyetlerini Belçika ve Fransa’ya kaydırdığı iddia edilmektedir. 1 Kasım 2019 tarihinde, Stuttgart Eyalet Yüksek Mahkemesi’nin (EYM) Devlet Koruma Mahkemesi’nin çıkardığı bir tutuklama kararı nedeniyle Zürih Havaalanında gözaltına alınmış ve ardından tutuklanmıştır. İki ay sonra İsviçre Federal Adalet Dairesi söz konusu adamın Almanya’ya teslim edilmesine onay vermiştir. Bu karara karşı Federal Ceza Mahkemesi’nde itirazda bulunmuş ve başarıya ulaşmıştır. Mayıs 2020 başlarında tutukluluğuna son verilmesi talimatı verilmiştir. İtirazcının, teslim başvurusunda betimlenen sözde PKK kadrosu olarak genel faaliyetlerinin İsviçre hukukuna göre cezalandırılabilirliğe yol açması için, bizzat PKK’nin “suç örgütü” olarak sınıflandırılması gerekmektedir. El Kaide ve IŞİD gibi örgütlerin aksine, İsviçre PKK’yi yasaklayan bir yasa çıkarmamıştır. Karardan, İsviçre mahkemesinin Türkiye’deki durumla, Kürt sorununun arka planıyla ve bununla bağlantılı mücadelelerle ayrıntılı olarak meşgul olduğu anlaşılmaktadır. Böylece kararda şöyle denmektedir: PKK’nin kuruluşu, “Kürt kimliğinin Türk devleti tarafından ezilmesine bir tepki olarak” gerçekleşmiştir. “Örgüt 1984 yılından itibaren şiddet kullanarak bağımsız bir Kürt devleti uğruna mücadele etmiştir. … Belirlenen bu hedefler ışığında PKK, hedefleri öncelikli ya da ağırlıklı olarak şiddet suçları işlemek olan bir örgüt olarak görünmemektedir.” “Kendisine bağlı örgütler aracılığıyla” PKK ile şiddet suçları arasında bağlantı kurulabilse de, kendisine koyduğu hedefler ışığında daha çok “bir suç örgütünden çok bir siyasi parti ya da bir direniş ve bağımsızlık hareketi olduğu” görülmektedir. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin güneyindeki adalet kurumlarının büyük soruşturma hırsıyla da eleştirel bir biçimde meşgul olunmuştur. Ayrıca İsviçre Federal Suç Mahkemesi mağdura 2.000 İsviçre Frank’ı, yani yaklaşık 1.840 Euro tazminat ödenmesine karar vermiştir.
İsviçre’de alınan kararın, Federal Başsavcılık ve Devlet Koruma Mahkemesi’nin bizim davamıza yaklaşımında bir değişikliğe yol açacağından şüphe duyuyorum.
Almanya’daki Devlet Koruma Daireleri ve Alman adaletinin, Belçika’da Yargıtay’ın, PKK’nin bir “terör örgütü” değil, aksine silahlı bir ihtilafta taraflardan biri olduğu yönündeki 28 Ocak 2020 tarihli kararına tepkisi de ilgisizce, hatta bütünüyle umursamazcaydı. Belçika’da Yargıtay, Temyiz Mahkemesi’nin Mart 2019 tarihli kararını onaylamıştı. Söz konusu karar, Almanya’daki Devlet Koruma Mahkemelerinin sistematik olarak çiğnediği uluslararası hukukla uyumludur. Almanya siyasi, ekonomik ve askeri açıdan Avrupa Birliği’ndeki en büyük güç olarak buna cesaret edebileceğini düşünmektedir.
Geçmişe kısaca dönüp bakacak olursak: Bir ordu polisle 2010 yılında Brüksel’de yasal Kürt örgütlerinde ve Belçika’daki Kürt televizyonunun prodüksiyon tesislerinde arama yapılmış ve Kürt Ulusal Kongresi temsilcileri gözaltına alınmıştı. Soruşturmalar savcılık tarafından PKK için bağış toplamak, propaganda yapmak ve örgüte üye kazandırmakla suçlanan toplam 40 kişiye dava açılmasıyla sonuçlanmıştı. İkinci bir vakada Kuzey Suriye’deki bir Kürt, Güney Kürdistan/Kuzey Irak’taki Hewler’e (Erbil) -savcılığın iddiasına göre Kürt HPG gerillalarına ulaştırılan- iletişim aletleri ihraç etmekle suçlanmıştı.
Belçika’nın yerine Almanya, PKK ve HPG’nin yerine TKP/ML ve TİKKO koyulacak olursa, burada Münih’teki davada iddia makamının suçlamalarına ulaşılır. Belçika Temyiz Mahkemesi dokuz yıl sonra, terörle mücadele yasasının Belçika hukukuna göre uygulanamayacağını tespit etmişti. Sanıklar tüm suçlamalardan beraat etmişti. Terörizm konusundaki Avrupa çerçeve anlaşmasının ardından Belçika’da söz konusu düzenleme 2003 yılında neredeyse harfi harfine Belçika hukuku tarafından devralınmıştı. Türkiye’de Kürtler ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki ihtilaf elbette bir terör meselesi değil, bir devlet ile ayrımcılığa ve zulme karşı kendisini şiddet kullanarak savunma zorunluluğu duyan bir grup arasındaki bir içsavaştır. İhtilaf, terörist faaliyet ya da silahlı çarpışmalar değil, savaş olarak görülmek için yeterli yoğunluğa sahipti. Kürt gerilla örgütü HPG, düzensiz bir grup olarak değil, silahlı bir güç olarak nitelenmeye yetecek kadar örgütlü ve düzenliydi. O yüzden terörle mücadele yasası değil, uluslararası insani hukuk ve savaş hukuku devreye giriyordu.
PKK/HPG hakkındaki bu kararlar, en azından dosyada TKP/ML’nin PKK/HPG ile birlikte gerçekleştirdiği iddia edilen eylemlerin de sıralanması nedeniyle bu dava açısından doğrudan önem taşımaktadır.
Bu bağlamda, PKK’nin birçok kez Avrupa Birliği’nin terör listesine alınmasına karşı mahkemeye başvurarak başarıya ulaştığını da vurgulamak istiyorum. 15 Kasım 2018 tarihinde Avrupa Adalet Divanı, PKK’nin 2014-2017 yılları arasında listeye dahil edilmesinin hukuka aykırı olduğuna karar verdi. Fakat Avrupa Konseyi PKK’yi yeniden listeye dahil etti ve buna da Avrupa Adalet Divanı’nda itiraz edildi. Söz konusu dava halen sürmektedir.
TKP/ML ve TİKKO hiçbir zaman bu listeye dahil edilmemiştir. Federal Hükümet de bunu Avrupa Konseyi üzerinden denemeye kalksa başarısızlığa uğrayacağını biliyordu. Hatta Avrupa Adalet Divanı’nın TKP/ML’nin terör örgütü olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusuna cevap vermesinin önüne geçmek için, bir TKP/ML aktivistinin mülteci olarak tanındığı bir iltica davasında Federal İdari Mahkeme’deki bir temyizi geri çekmiştir.
Mahkeme heyetinin, Avrupa Adalet Divanı’nın karar vermesinin önüne geçilmek istendiği şeklindeki doğru beyanı, kararında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kastedildiği şeklinde değiştirmesi, benim açımdan rahatsız ediciydi.
Hayır, söz konusu olan, Federal İdare Mahkemesi’nin bir örnek kararına dayanarak Avrupa Adalet Divanı’nın alacağı ve Almanya’da gerek siyasi, gerekse hukuki açıdan başka bir öneme sahip olacak bir karardı.
İsviçre ve Brüksel’de alınan kararlar elbette Münih’teki mahkeme heyeti açısından bağlayıcı değil. Ancak sadece 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri’nin 1. maddesinin ve 1. maddesinin 4. paragrafının I. noktasının artık geçerliliğini yitirmiş tarihi normlar olmadığını göstermeleri açısından dahi hukuki açıdan dikkate değer kararlardır.
VII.
Türkiye ile TKP/ML ve TİKKO arasında süregiden silahlı ihtilaf, uluslararası insani hukukun tanımladığı anlamda uluslararası olmayan bir silahlı ihtilaftır. Söz konusu ihtilaf 1973 yılından bu yana sürmektedir ve kayda değer bir yoğunluğa ve yayılıma sahiptir ve kayda değer bir zamandır sürmektedir. “Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu” (TİKKO) ile Türk Silahlı Kuvvetleri, jandarma, polis, MİT güçleri, paramiliter korucular, devlet tarafından işletilen JİTEM ya da Hizbullah gibi kontrgerilla kurumları arasında Türkiye topraklarında, Rojava’da ve Kuzey Irak’ta çarpışmalar yaşanmaktadır. Söz konusu çarpışmalar, iddianamenin kapsadığı dönemden bugüne kesintisiz, düzenli ve sürekli olarak gerçekleşmektedir. Son olarak 2 Haziran 2020 tarihinde Dersim-Pilur’da (Tür.: Ovacık) TİKKO ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında, TİKKO birlik komutanı ve gerilla Hasan Ataş’ın hayatını kaybettiği bir çarpışma yaşanmıştır. Bir DNA testinin ardından naaşı teslim edilmiş ve cenaze töreni Dersim’de bir cemevinde halkın geniş katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Uluslararası hukuk açısından ele alacak olursak:
Christian König “Der nationale Befreiungskrieg im modernen humanitären Völkerrecht” (Tür.: “Modern Uluslararası İnsani Hukukta Ulusal Kurtuluş Savaşı” – Frankfurt am Main, 1988) adlı kaynak eserinde, gerilla faaliyeti hakkında aşağıdaki sözleri sarf etmektedir:
“Veuthey, -gerilla biçiminde ortaya çıksa bile- başarıya ulaşan bir ulusal kurtuluş savaşında önemli bir yer tutması gereken uluslararası insani hukukun etkililik vasfını toplum düzeninin ve ‘askeri disiplinin’ korunmasının bir parçası olarak görür (M. Veuthey, Guerilla et droit humanitaire, Cenevre 1983, S. 344). Başka örneklerin yanı sıra, Mao Zedong’un 1928 yılında koyduğu üç büyük disiplin kuralı ve onlara eklenen sivil halka saygıyla ilgili sekiz temel kural bunu kanıtlamaktadır (Mao, Band 4, S. 159 vd.). Aynı şekilde Che Guevara da birçok defalar gerek halka, gerekse düşmana insani muamele göstermenin kurtuluş savaşının başarıya ulaşması için ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır (Che Guevara, içinde: F.M. Osanka, Hrsg., Modern Guerilla Warfare, Fighting Communist Guerilla Movements, New York 1962, S. 119). Bunun doğru disiplini gerektirdiğini belirtmiştir. Özellikle de gerillanın içinde bulunduğu ekstrem durumda gerekli olan askeri disiplin, gerillaların taşkınlık göstermesi, gelişigüzel öldürmesi, yağmalaması ve yakıp yıkması durumunda yerle bir olacak ve gerillalar şiddetli ayaklanmalarının asıl amacını gözden yitirecektir.” (S. 5 vd.)
Ve aşağıdaki hususa işaret ederek devam eder:
“Bir çatışmanın bütünüyle eşitsiz iki tarafını, -örneğin bir gerilla hareketinin sahip olmadığı bir bölgesel ve maddi altyapı gerektiren- oldukça kapsamlı yükümlülüklere aynı ölçüde tabi kılan bir uluslararası insani hukuk aracı, çatışmanın devlet olan tarafının karşılıklılık gerekçesiyle bu araca bağlılığı reddetmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Güney Afrika Güney-Batı Afrika Halk Örgütü (SWAPO) ve Afrtika Ulusal Kongresi’ne (ANC) yönelik Cenevre Sözleşmesinin uygulanmasıyla ilgili olarak, söz konusu kurtuluş hareketlerinin alışılageldik teröristler olduğunun yanı sıra, bu pozisyonu almıştır.” (S. 11)
Almanya o zaman, Alman adaleti de dahil olmak üzere, Güney Afrika’daki Apartheid rejiminin pozisyonunu desteklemiştir. Nelson Mandela on yıllar boyunca ABD’nin “terörle mücadele listesinde” yer almıştır – o zaman daha bir AB listesi yoktu.
Günümüzde Türkiye’de TKP/ML ve PKK gibi devrimci kurtuluş örgütleri, uluslararası insani hukukun yükümlülüklerine göre değil, terörist muamelesi görmektedir. Bu durum, şiddet taşkınlıklarına, MKP’nin 17 yönetici kadrosuna olduğu gibi yargısız infazlara yol açmaktadır. Ancak Türkiye hükümeti bu konuda Federal Hükümet ve talimatını verdiği 129 a/b davaları tarafından açıkça desteklenmektedir.
TKP/ML ve TİKKO, silahlı çatışmalara dair uluslararası insani hukuka karşı sorumludur.
Federal Başsavcılık temsilcisinin doğru bir biçimde tespit ettiği üzere, Mao Zedong’un fikirlerinin takipçisidirler.
Mao’nun gerilla faaliyetleri için geliştirdiği direktiflerin bir bölümü şöyledir:
“Üç temel disiplin kuralı:
(1) Bütün eylemlerinde emirlere itaat et.
(2) Kitlelerden tek bir iğne veya bir parça iplik bile alma.
(3) Ele geçirilen her şeyi teslim et.
Sekiz saygı kuralı:
(1) Kibar konuş.
(2) Satın aldığının karşılığını hakkıyla öde.
(3) Ödünç aldığın her şeyi geri ver.
(4) Zarar verdiğin her şeyi öde.
(5) Halka kötü davranma.
(6) Ürünlere zarar verme.
(7) Kadınlara saygısızlık yapma.
(8) Esirlere kötü davranma.
(Mao Zedong, Ausgewählte Werke Band IV [Tür.: Seçme Eserler 4. Cilt], Verlag für fremdsprachige Literatur, Peking 1969, S. 159)
Elbette TİKKO güçlerinin de TKP/ML’nin hedeflerine ve ideolojisine aykırı hareket ettiği durumlar olabilir – insani hata ihtimali hiçbir zaman bütünüyle ortadan kaldırılamaz. Fakat bu, TKP/ML’yi bir terör örgütü yapmaz.
TKP/ML’nin tüm hedeflerine Mao Zedong kılavuzluk etmektedir. Ve o, gerillanın başarılı olmak istiyorsa, sudaki balık gibi hareket etmesi gerektiğini söyler.
Bu, sivil halka yönelik cinayet ve öldürme eylemlerini dışlar.
Mao Zedong’un teorisini izleyen başarılı bir gerilla hareketi daima kitlelerin desteğini kazanmaya çalışacaktır.
Halkı sindirerek insanlık dışı eylemlerle korku ve dehşet saçan bir savaş stratejisi, Mao’nun gerilla anlayışına göre, başarısızlığa uğrayacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri ile TİKKO ya da HPG arasında kuşkusuz bulunduğu gibi, asimetrik çatışma koşulları mevcut olduğu sürece, bu güçler sonuçta gerilla taktiklerinden faydalanmak zorundadır. Tüm kurtuluş mücadelelerinde, tam da düşmanın -yani bu örnekte Türk rejiminin- gelişigüzel devlet terörü gerçekten de halkın sindirme amaçlı rastgele terör nedeniyle gerillaya yönelmesine katkıda bulunur. Bu durum, Türkiye’de devlet terörüne rağmen PKK ya da TKP/ML gerillalarının halkın geniş katılımıyla gerçekleşen cenaze törenlerinde de tespit edilebilir.
Günümüzde sık rastlanan silahlı iç ihtilaflarda asimetri, sadece devletin devlet dışı örgütlü silahlı gruplara oranla daha büyük askeri olanaklara sahip olmasıyla bile verilidir. Türkiye, bilindiği üzere, ABD’nin ardından NATO bünyesindeki en büyük ikinci orduya sahiptir. Türk devleti ayrıca kendi silahlandırdığı terörist milislerden ve mafyatik örgütlerden destek almaktadır. Asimetrik savaş, bütünüyle yeni bir savaş biçimi değildir. Carl von Clausewitz “Savaş Üzerine” adlı eserinde asimetrik savaşı tasvir etmiştir. TKP/ML’nin açıkça dayandığını belirttiği Mao Zedong nihayet asimetrik savaşı 1920’li ve 1930’lu yıllarda sistematikleştirmiştir. Mao, ihtilafın yavaşlatılmasının teknolojik ve örgütsel açıdan üstün düşman karşısında silahlı direnişin başarılı olmasını sağladığını keşfetmiştir. Yavaşlığı bir stratejiye dönüştürerek ve gerilla mücadelesini “uzun süreli halk savaşı” olarak nitelendirerek, bir zayıflığı güce çevirmiştir. Bir kısmı Federal Ordu’ya ya da ABD ordusuna ait olmak üzere, asimetrik savaşla ilgili ve “terörizm” değil silahlı bir ihtilafın söz konusu olduğunu belirten kapsamlı bir askeri-bilimsel literatür mevcuttur.
Sivil halkın korumalı statüsüne ya da (örneğin sağlık ya da din personeli, parlamenter, sivil ya da kültürel varlık koruma mensubu, BM çalışanı ya da tarafsız bir gücün mensubu gibi) başka bir özellikle korumalı statüye sahipmiş gibi yapmak, uluslararası hukuka aykırı bir hiledir. Türk devleti, gizli servisi ve özel timleri muntazaman bu tür eylemlere başvurmaktadır. Özel timciler “gerilla” kılığına girerek, PKK ya da TKP/ML’nin üstüne kalacak şekilde köylüleri terörize etmektedir. (Veli Sarısaltık gibi) Gizli servis ajanları yerel halkın içinde sivil mesleklere sahiptir ve devrimci örgütlere sızmaya çalışmaktadırlar.
Federal Başsavcılık Veli Sarısaltık’ı “sivil” olarak nitelendirmekte ve öldürülmesini davada atıfta bulunulan eylemler arasında saymaktadır. Bunu TİKKO’nun Dersim Komitesi’ne ait olduğu iddia edilen bir açıklamaya dayandırmaktadır. Söz konusu açıklamada Veli Sarısaltık işbirlikçi olarak nitelendirilmektedir. Federal Başsavcılık güya bir sivilin öldürüldüğünün kanıtı olarak kullanmaktadır, ancak söz konusu açıklamada mevcut olan “işbirlikçi” sınıflandırmasını göz ardı etmektedir. Sarısaltık’ın öldürülmesi eylemi, yalnızca bu nedenle dahi, § 129 a/b’deki anlamda atıfta bulunulacak bir eylem teşkil etmemektedir.
Medyada yer alan haberlere göre, Ali Doğan Fırık da gerilla birimlerinin pusuya düşürülmesinden ve TKP/ML’yi desteklemekle suçladığı köylülerin güvenlik güçleri tarafından tutuklanması ve işkence görmesinden sorumlu bir ajan ve işbirlikçi olarak öldürülmüştür.
Silahlı ihtilaflarda muharipler ve siviller arasında ayrıma gidilir. Muharipler düşmanca eylemlere, yani savaş edimlerine doğrudan katılma hakkına sahiptir. Bu TİKKO üyeleri için de geçerlidir. Bir düşmanı öldürmeleri halinde dahi, düşmanca eylemlere katıldıkları için cezalandırılamazlar. Bu, muharip ayrıcalığı adı verilen şeyin bir sonucudur. Ayrıca ihtilafın diğer tarafının eline düşmeleri halinde savaş esiri muamelesi görmeleri gerekmektedir. Uluslararası insani hukuk, bir kişinin muharip statüsüne sahip olup olmadığını tespit etmek için belirli kriterler saptamıştır. İhtilafın taraflarından birinin silahlı kuvvetlerinin mensupları kuşkusuz muhariptir.
Fakat düzensiz silahlı güçler, yani örneğin partizanlar, gerilla güçleri, direniş hareketleri de ihtilafın taraflarından birine dahil oldukları ve uluslararası insani hukukun saptadığı koşulları yerine getirdikleri, yani örneğin açıkça silah taşıdıkları ya da kalıcı bir işaret bulundurdukları (genellikle bir üniforma giydikleri) ve eylemleri sırasında uluslararası insani hukuka uygun hareket ettikleri sürece aynı statüye sahiptir. TİKKO mensupları açıkça silah taşır ve TİKKO mensubu olduklarını gösteren üniformalar giyer. Bu, internette yayınlanmış çok sayıda fotoğraf ve film kaydından da anlaşılabilir. Ayrıca TİKKO kendine ait bir ambleme ve sabit bir emir komuta yapısına sahiptir.
Silahlı bir ihtilafta her iki taraf da temelde aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olmasına rağmen, devlet dışı silahlı aktörler çok daha kötü durumdadır. Türk Silahlı Kuvvetleriyle aralarındaki askeri ihtilafta TSK mensupları cezasız kalırken, TİKKO üyeleri terörist olarak nitelenmekte ve cezalandırılmaktadır.
Uluslararası Kızıl Haç’ın da sorunsallaştırdığı üzere, devlet dışı aktörlerin toptan ve sıklıkla yanlış bir biçimde terörist olarak, eylemlerininse terör eylemleri olarak nitelendirilmesi yönünde güncel bir genel eğilimi mevcuttur. Bu durum, uluslararası insani hukukun altını oymaktadır. Mahkeme heyeti TKP/ML ya da TİKKO üyelerinin uluslararası insani hukuk uyarınca muharip ayrıcalıklarına sahip olduğunu kabul etmek istemese bile, uluslararası insani hukuk -uluslararası ya da uluslararası olmayan- bir silahlı ihtilafın varlığıyla karar açısından önemli hukuki sonuçlar arasında bağlantı kurmaktadır. Devlet dışı savaşan güçler, uluslararası nitelikte olmayan bir ihtilafın uluslararası hukuk tarafından tanınan, meşru ve korunan taraflarından biridir. Dolayısıyla, bu savaşan güçler bu nedenle dahi yurtdışındaki bir terör örgütü değildir ve Ceza Kanunu 129 b Abs. 1 S. 1, § 129a Abs. 1 Nr. 1, 1. und 2. Alt. uyarınca cezalandırılabilirlik kapsamına girmezler; böylece, cezalandırılabilirlik bu açıdan da ortadan kalkmış olur.
VIII.
Hitler’e karşı antifaşist direniş, (örneğin Heydrich’e ya da Fransa’da SS Generali Julius Ritter’e olduğu gibi) şahıslara yönelik bombalı saldırıları da kapsamaktaydı. Başkalarının yanı sıra Fransa’daki bu eylemlerden de sorumlu olan MOI partizanları, işgalci Alman birlikleri tarafından bu nedenle “terörist” olarak niteleniyordu. Direnişte 1942 yılından itibaren -faşistlerin artan terörüyle birlikte- sabotaj eylemleri artış gösterdi. İşgalci Alman birliklerine çalışan bankalara ve işgalci birliklere yiyecek sağlayan şirketlere bombalı saldırılar düzenlendi. NSDAP’nin parti binalarına ve polis karakollarına yönelik saldırılar düzenlendi ve işbirlikçiler ve hainler öldürüldü. Apartheid rejimine karşı mücadele sırasında da, gerilla ya da partizan mücadelesinin, asimetrik silahlı ihtilafın bir parçası olan bu tür yöntemlere başvuruluyordu.
Halkın durumunu ve direnişle ilişkilerini işgalcilerden daha iyi tanıdıkları için büyük zarara yol açtıklarından ve tekrar tekrar partizanların tutuklanarak idam edilmesinden sorumlu olduklarından, işbirlikçiler ve hainler saldırıların hedefi oluyordu. Almanya’daki direniş de en büyük kayıpları ihanet ve işbirlikçilik nedeniyle vermişti.
Bugün de, sömürü ve baskılardan radikal bir kopuş anlamına gelen Rojava’daki gibi özgürlükçü projelerin şiddetsiz mümkün olmadığını, IŞİD’e ve şimdi de işgalci Türk ordusuna karşı verilen mücadeleler göstermektedir.
Türkiye’deki diktatörlük rejimi de barışçıl bir biçimde çekip gitmeyecektir.
Hitler Faşizmi ya da Apartheid rejimi karşısında direnişin şiddet kullanması kaçınılmaz, özgürleştirici ve meşruydu.
Aynısı, faşist Erdoğan diktatörlüğüne karşı mücadele için de geçerlidir.
Meslektaşım Kleinert’in de dediği gibi, sanıklar siyasi nedenlerden beraat etmelidir. Bu sözlere ancak katılabilirim.