MÜNİH: Alman devletinin 15 Nisan 2015 tarihinde yaptığı uluslar arası bir operasyonla tutuklanan ve 17 Haziran 2016 dan bu yana, 129 b maddesi uyarınca yargılamaya çalıştığı TKP/ML tutsağı devrimci komünistlerden Sami Solmaz`ın Münih Yüksek Eyalet Mahkemesinde görülen duruşmada geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklama;
Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti
… Bu şehir Türk ırkçı milliyetçiliği ile sünni müslüman gericiliginin en önemli merkezlerinden birisidir. Günümüzde de bu özelliğini devam ettirmektedir. Açık ve gizli olarak hareket eden faşist odaklar açısından kitle kaynağı durumundadır.Özellikle Türk ırkçı milliyetçiliği ile öne çıkan bu şehir ve etrafında ona bağlı ilçelerde yaşayan halkın önemli bir bölümü NATO nun Komünizme Karşı Mücadele planı çerçevesinde istisnasız tüm kapitalist kampta örgütlediği paramiliter legal partilerden biri olan Türk ırkçısı parti etrafında örgütlüdürler. Türkiye’de binlerce devrimci, sosyalist, komünist, laik öğrenci, gazeteci, üniversite hocaları, sendikacı vb. insanın ölümünden sorumludurlar. Bu faşist güruhun en bilinen saldırısı ise sosyalist yedi üniversite öğrencisinin evlerinde telle boğularak öldürülmelerinin sorumlularından biri olan Mehmet Ali Ağca adlı faşistin cezaevinden kaçırıldıktan sonra Papa 2.Jean Paul’a yönelik gerçekleştirilmiş olan suikast faşist güruhun en çok tanınan suikastlardan biridir. Bu parti ve kitlesi son dönemlerde Erdoğan da simgeleşen ırkçı, işgalci, kürt, alevi, ilerici demokrat güçler karşıtı tüm ırkçı ve dinci saldırganlığın en önde gelen destekçisidir. Türkiye de olduğu gibi Avrupa da ve özellikle de Almanya da onlarca yıldır aynı islevle örgütlü ve Türk devletinin ırkçı ve köktendinci politikalarının Türkiye’de yaşayan halk içerisinde yaşam bulması için çalışmaktadırlar.
Benim doğduğum köy ise, varolan etkin tablonun dışında yer alan bir alevi köyüdür. Çevresindeki birkaç köyle birlikte hakim türk ırkçısı ve sünni islamcı profilin dışında yer almıştır. Bu köy ve çevresindeki köylerin diğer önemli özelliği de hem Ermeni Soykırımı hem de T.Kürdistaninda yaşanan katliamlardan kaçan ya da sürülen çevreleri de içinde barındırıyor oluşudur. Türkiye deki egemen yapı, egemen ırkçı ve dinci çerçevenin dışında olmak yalnızca resmi devlet uygulamaları olarak değil aynı zamanda hatta daha da belirgin bir biçimde günlük yaşam içerisinde de dışlanmayı, yok sayılmayı ve yeri geldiğinde de yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olmayı getirmiştir.
Insan sosyal bir varliksa, ailesi, içinden geldiği ortam,yaşadıkları,tanık oldukları vb. onun kimliğini biçimlendiriyorsa,kendisini vareden tüm koşullarıyla birlikte ele alınmalıdır. Tüm bunlardan soyutlanarak bir insan,bir kişilik tanımlaması yapılamaz. Bu zamana kadar anlattiklarimiz ve anlatmaya devam ettiğimiz olaylar , yaşadıklarımız, tanık olduklarimiz gerçeğin yalnızca küçük bir bolumudur. Ideolojik saiklerden, hakim sermaye gruplarının politik ve ekonomik çıkarlarından soyutlanarak gerçekliğe temel insani değer yargılarıyla bakma cesareti gösterilebildiginde Türkiye, Türkiye Kürdistanı vb. coğrafyalarda yaşayan insanların diğer coğrafyalarda yaşayan insanlardan çok daha keskin saflasmalara zorlandığı görülecektir. Ya varolan sistemin kötülükleriyle uzlaşıp ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyeceksin ya da onurlu bir insan olmayı tercih edip ağır bedeller ödemeyi göze alacaksın. Bizimki gibi coğrafyalarda demokrat olabilmek için dahi önce devrimci bir duruşa sahip olmak gerekiyor.
Duruşmalar boyunca zaman zaman Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda yaşanan gelişmelere ilişkin açıklamalar yapılıp süreçle bağlantılar kurulmaya çalışıldığında siz mahkeme heyeti ve Federal Savcılık tarafından verilen yanıtlarda bu davanın konusunun belirli tarihsel aralıkları kapsadığı ve dolayısıyla davayı ilgilendirmediği ifade edildi. Buna karşılık, biz tutuklandıktan sonra dahi TKP/ML’nin yaptığı iddia edilen eylemler oluşturulmaya çalışılan ‘terör örgütü’ algısını derinleştirmek için mahkemenin konusu olabildi. Demek ki, sözkonusu olan kısa bir zaman aralığına sıkıştırılıp o zaman aralığı üzerinden sonuçlar elde edebileceğimiz bir durum değildir. Karşılıklı olarak bir süreklilik ilişkisi mevcuttur. Bu ilişki, canlı, yaşanan tüm gelişmelerden dün olduğu gibi bugün de doğrudan etkilenen bir ilişkidir. Kendisini muhalif politik kimliklerle ifade eden insanlar açısından bu ilişkinin daha canlı olduğunu ifade edebilirim.
Kendi adıma ve doğrudan ifade etmem gerekirse, gördüklerim, yaşadıklarım, tanık olduklarım ve görmeye, yaşamaya, tanık olmaya devam ettiğim tüm olgu ve olaylar bu şekillenişin her yeni olguyla etkilendiğini ve kendisini bu olgu ve olaylara paralel yeniden biçimlendirdiğini ifade edebilirim. Dolayısıyla, bugün burada ‘özgeçmiş’ime yönelik açıklamada bulunurken 2015 Nisan ayında kendimi dondurmam mantık dışı olacaktır. Bir insan olarak beni biçimlendiren parçalarda gelişmeler devam ediyorsa, eşyanın doğası gereği bunlar beni etkileyecektir. Eğer, kendi politik kimliğimi reddeder bir pozisyona düşmüş olsaydım , bu zamana kadar doğru olduğuna inandığım ve bunun için zihinsel ve pratik gayret gösterdiğim ideallerimi terketseydim, o zaman, ‘’bana ne diğer insanlardan, bana ne işçi ve emekçilerden, ezilen kadınlardan, Kürtlerden, Ermeni ve Alevilerden ya da genel anlamıyla doğrudan birebir bana dokunmayan olay ve gelişmelerden bana ne diyebilirdim. Ama böylesi bir kimlik ihanetine düşmüş değilim. Bundandır ki, bugün de ezildiklerini, sömürüldüklerini, baskı altında tutulduklarını, ötekilestirildiklerini düşündüğüm emekçilerin, kadınların, farklı cinsel kimliklere ve tercihlere sahip insanların, farklı dinsel, mezhepsel ve etnik kimliklere sahip olanların yaşadıkları noktasında duyarlılıklarım devam etmektedir… Dolayısıyla yukarıda bahsettiğim gibi aynı zamanda kendi kimliğimin bir parçası olan kürtlük ve kürtlerin yaşamaya devam ettikleri süreçler doğal olarak benim devam edegelen kişisel ve politik sekillenişimde doğrudan etki sahibi olmaktadır. Nasıl ki, Türk devletininin Alevilere yönelik sistematik ve süregiden bir tutumu varsa kürtlere karşı tutumda da bu süreklilik hali devam etmektedir. Kürtlerin yaşadıklarına ilişkin genel açıklamalarda bulunulduğu için ben sürekliliği ve sürekliliğin somuttaki karşılıkları anlamında yaşanmış olaylardan bahsetmek istiyorum. Bütün bu olaylar ve yaşanan gelişmeler benim su anda karşınızda gördüğünüz kimliğimin şekillenişinde çeşitli oranlarda pay sahibi olmuşlardır. Bu söylediklerimden komünist devrimci kimliğimin mezhepsel ve etnik kimlikler üzerinden oluştuğu gibi sonucun çıkarılmasını istemem. Bunlar bütünün parçalarıdır. Biliyorum ki asıl mesele sınıfsaldır. Zamanımızda bunun anlamı ; emperyalist kapitalizm ile bu sistemin mezar kazıyıcısı olan proletarya ve ezilen-sömürülen geniş halk kitleleri arasında varolan uzlaşmaz çelişkidir.
Sömürü ve eşitsizlikler üzerine kurulu sistemler açlığın,yoksulllugun,savaşların,göçlerin vb tüm negatif anlamlarla tanımlayabileceğimiz gelişmelerin temel nedenidir.Yer altı ve yer üstü kaynakları emperyalistler ve ülke içerisindeki uşak ve işbirlikçileri tarafından yağma edilen bir coğrafyada ne huzur olur ne de barış.Çünkü emperyalist kapitalist sistem içerisinde yer alan tüm devletler kendilerini yalnızca ülke içerisindeki çelişkileri bastırarak tarzda örgutlemezler aynı zamanda efendilerinin genel ve bölgesel plan ve hedefleri doğrultusunda da devleti ve ona bağlı kurumları şekillendirmek,ideolojik bir çatı oluşturmak durumundadırlar. Özelikle alevilere ve ilerici , devrimci,sosyalist ve komünist güçlere yönelik gerçekleştirilen toplu katliamlar ve bireysel infazlar ABD merkezli anti-komünist stratejinin bir parçası olarak Türkiyedeki toplumsal muhalefet odaklarını sindirme stratejisinin çerçevesinde yaşama geçirilmiştir. Bu gerçeklik, aynı zamanda adı ve biçimi ne olursa olsun sermayenin gereksinimleri doğrultusunda şekillendirilen devlet biçimlerinin özde benzer özelliklere sahip olduğunu göstermektedir.
Çünkü, temel amaclarda bir ortaklık hüküm sürmektedir. Kendi safını kuruluşundan itibaren kapitalist kamp olarak belirleyen ve emperyalizmin yarı sömürgesi olmayı büyük bir istek ve arzuyla benimsemiş egemenlik yapısı yönetsel, idari, siyasal, askeri vb. tüm mekanizmalarını bu sistemin en sorunsuz bir biçimde işleyişine göre ayarlamak durumundadır. Bunun yanısıra hakim ideolojik çatı ve toplum sekillenisi de buna uygun hale getirilmelidir. Ideolojik ve toplumsal sekillenis anlamında verili sınırlar içerisindeki insan topluluklarini kendisini kesecek bıçağı yalayan aptallar haline getirebilmek için ise eğitim sistemi, din, gerici gelenek ve görenekler vs. sistemli ve sürekli bir biçimde kullanılacaktır. Türkiye’deki devlet mekanizmasının dolayısıyla egemen olma biçiminin kuruluşundan bu günlere kadar geçen süreç incelendiğinde bu durum rahatlıkla görülebilecektir…
TC devleti kuruluş sürecinden 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonlarına kadar esasta içte egemenliğini pekiştirecek ve aynı zamanda egemen yapıya tehdit olan ya da olabileceğini düşündükleri çeşitli kesimleri etkisizleştirmeye yönelik kendisini orgutlemistir: Hilafetciler,kürtler,gayri müslüm halklar,sosyalist ve komünistler devletin hedefindedir.Nazi Almanyasında olduğu gibi üstün ırk safsataları revactadir.Türklerin insan toplulukları içerisinde en üstün ırk olduğunu ispatlamak için kafatası ölçümleri yapılmış,dünyadaki tüm dillerin türkçeden türetildigi “Güneş Dil Teorisi” saçmalığı bilimsel bir zemine kavusturulmaya çalışılmış,”Türk olmayanların bu ülkede tek hakkı hizmetciliktir” gibi ırkçı söylemler devleti yönetenler tarafından uluorta ifade edilmiş ve nihayetinde de “Türkün türkten başka dostu yok”,”Bütün dünya Türklere karşı” sekillenişi toplumun büyük bir bölümünde içe kapanmayı ve herkesi düşman olarak görmeyi getirmiştir…
TC devleti denilen egemen yapının egemenlik biçimine en kaba haliyle baktığımızda dahi ortada bir anormallik olduğunu görmemek için insanın ya dünyadan bihaber ya da iflah olmaz bir diktatörlük hayranı ve dolayısıyla da gerçek anlamıyla demokrasi düşmanı olması lazım. Bir dönemdir sanki herşey Erdoğan ve AKP ile başladı ve giderse Türkiye güllük gulustanlik olacakmış gibi akıldışı ve burjuva liberal aydın güzellemelerine kendilerini kaptıranlar bu ülkenin tarihinin başlangıcından bu zamana benzer yöntem ve araçlarla idare edildiğini unutacak kadar hayal dünyasında yaşamaktadırlar.
Türkiye’nin sıkıyönetim ve OHAL tarihi; nitelik ve nicelikleri bakımından farklı ve ortak özellikleri olsa da 1925 yılına kadar gidiyor.
Türkiye de bir rejim gerçekliği vardır ve bu rejimin bir karekteri mevcuttur: Faşist diktatörlük. Bu rejim gerçekliğiyle Türkiye de yaşayan işçiler ,köylüler ,memurlar ,aydınlar,kadınlar, basın çalışanları,ilericiler,farklı etnik ve dinsel,mezhepsel kimliklere sahip insanlar muhatab olmaktadırlar. Soyut bir durumdan bahsetmiyoruz.Bahsettiğimiz her olay,örneklendirdiğimiz her uygulama,bireyler,gruplar ve toplulukların yaşamlarına doğrudan etkide bulunmaktadır. Bir an,bir gün,bir hafta ya da belirli bir zaman dilimini kapsayan hadi olabilir diyemeyeceğimiz sistematik uygulamalar ve süreçlerden bahsetmekteyiz. Bir süreklilik mevcuttur.Soyut entellektüel tartışmalar yürütme niyetinde değiliz.301 madenci AKP nin sermayesini devlet imkanlarıyla şişirdiği bir şirket tarafından hiçbir güvence olmaksızın çalıştırdığı madende ölmesinin ardından Erdoğan ın bırakalım olaydan göstermelik de olsa üzüntü duyduğuna yönelik açıklama yapmasını pişkin ve utanmazca bu işin fıtratında var diyerek 301 madencinin ölümünü meşrulaştırdığı,çoğunluğu çocuklardan oluşan kürt köylülerinin uçaklarla bombalanarak katledildiği ve bu katliamı yapan askeri sorumluya madalya takıldığı,AKP iktidarının yan kolları işlevini gören kuran kurslarında bir çok çocuğa cinsel taciz ve tecavüz edildiğinin ortaya çıkmasının ardından bir kereden bir kereden bir şey olmaz kurumu yıpratmayın diyen Aile ve Çocuktan sorumlu bir bakanın olduğu…bir iktidar biçimidir bahsettiğimiz.Bunlar bu güne ,AKP iktidarına özgü pislikler değildir.AKP nın diğerlerinden farkı her pisliği savunmadaki pervasızlığıdır.Diğer yandan da gelişen tenolojik imkanlar yapılanların düne nazaran daha da görünür olmasını getirmiştir… Bütün bunlarla kendi niteliğini ortaya koyan bir devlet, bir rejim biçimi meşru, kabul edilebilir ve korunmaya değer olarak tanımlanabilir mi? Bu devlet ve bu devlete ait özde aynı ama biçimde zaman zaman değişen yönetim biçimleri meşru ve korunmaya değer olarak kabul görecekse, evrensel demokratik değerleri, burjuva anlamda da olsa evrensel hukuk normlarını nereye oturtacağız?
Peki tüm bunların böyle bir ortamda yaşayan insanların yaşamında somut karşılıkları hangi biçimlerde gerçekleşmektedir ? Böyle bir ülkede ve devlet çatısı altında yaşayan işçiler, emekçiler, aydınlar, farklı dinsel, mezhepsel, etnik, cinsel kimliklere sahip insanlar somutta neler yaşamaya, nelerle karşılaşmaya mecbur olmaktadırlar? Rakamları, istatistikleri, genel tanımlamaları ancak somuttaki karşılığının ne olduğuna yönelik açabilirsek gerçek konusunda bir bilinç oluşturabiliriz. Örnekler sayisizdir ama en bilinenlerden anlatimlarda bulunmak yeterli olacaktır sanıyorum; örneğin Alevilerden bahsedildi ama sorunun yalnızca toplumdan dışlanma, asağılanma, devletin yanlı yaklaşımı vb. kavramlarla durum tanimlanmaya çalışıldı. Kuşkusuz ki bu yaklaşımlar oldukça yaygındır ama Alevilerin durumunu yalnızca bu tarz ötekilestirmelerle sınırlamak eksik ve yetersizdir. Aynı zamanda da yaşananların bir istisna olmaktan öte bir devlet aklı olarak sürekliliğini görmek açısından önemlidir. Bunlar anlaşılmadan, Türkiye’de insanların maruz kaldıkları vahşet görülmeden doğru kararlar verilemez, doğru tavırlar takinilamaz.
Bilirkişi olarak görüşlerini dinlediğimiz profösör Neumann yaptığı açıklamalarda belirli yanlarıyla Türkiye’deki verili egemen yapı ve bu yapının dönemsel sözcülerinin çizdiği ‘makul vatandaş’ tanımlamasına uymayan her çevreden insanın yaşadıkları ve maruz kaldıklarına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Rakamlar ,istatistikler ya da kabaca anlatımlar olanı en iyi haliyle kabaca betimleyebilir. Buna rağmen Profesör Neumann’in Türkiye’ye ilişkin açıklamalarında geçen kimi sözcüklere ve tespitlere baktığımızda olağandışı bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Ailemin diğer tarafı da Kürt ulusuna mensuptur. Türkiye’de “Türkleşmeyen Kürt ” olarak varolmak ne demektir, ne anlama gelir sorularının yanıtı Alman devletinin arşivlerinde, çeşitli resmi ve gayri resmi belgelerinde ayrıntılı olarak mevcuttur. ‘Türklesmeyen Kürt’ olarak yaşamakta ısrar ettikleri için, en temel insani haklarından yoksun bırakılan, bu haklarını talep ettikleri için en insanlık dışı uygulamalara maruz kalan onbinlerce Kürt bu nedenle Avrupa’ya ve Almanya’ya gelmiş, bu gerekçeler üzerinden bu insanlara politik iltica hakkı tanınmıştır. Yani en basit tanımıyla, bu insanların Kürt olmaları nedeniyle Türkiye’de baskıya uğradıkları kabul edilmiştir. Türkiye’de Kürtlerin kendi kimliklerinde ısrar etmeleri durumunda nelerle karşılaştıklarına ilişkin bir çok kez açıklamalarda bulunuldu ve kimi örneklerde verildi. Kaldı ki Türk devletinin Kürt düşmanlığının ne kadar boyutlu olduğu, resmi Türk devlet sınırları içerisindeki kürtleri bırakalım Türkiye’nin verili sınırları dışında kalan Kürt oluşumlarına dahi tahammül edemediginin en somut göstergesi Kürtlerin Suriye’de bir statü kazanmasını engellemek için islamcı faşist çete gruplarıyla birlikte gerçekleştirdiği Afrin’in işgal edilmesidir.
Bilindiği gibi özellikle 2015 Temmuz ayından bu yana Kürtlere yönelik devletin saldırganlığı giderek yoğunlaşmış, kürt şehirleri tanklar, helikopterler ve özel eğitilmiş asker ve polisler tarafından yakılıp yıkılmıştır. Bu alanlarda aylarca süren çatışmalar yaşanmış, yüzlerce sivil öldürülmüştür. Bu dönemin bizler açısından öne çıkan yanlarından bir tanesi de Alman devletinde hakim siyasetçi, bürokrat ve güvenlik güçlerinin Türk devletine paralel bir duruş sergilemiş olmalarıdır. Alman hükümeti ve özellikle de Merkel, de Maizier, Gabriel gibi önde gelen siyasetçiler adeta bu politikaları desteklemek anlamında özel bir çaba içerisinde olmuşlardır. Merkel 2015 Haziran Türkiye parlamento seçimlerinde tek başına iktidar olma olanağını kaybeden Erdoğan ve AKP’nin tekrar savaşı başlatarak ve çeşitli provakasyonlarla yenilediği Kasım 2015 seçimlerinden iki hafta önce Türkiye’ye gitmiş, Alman siyasetinin genel teamüllerine aykırı olarak yalnızca Erdoğan’la görüşüp padişah koltuklarında poz vererek hem Almanya’nin ve aynı zamanda AB’nin Erdoğan’in arkasında olduğu mesajını Türkiye ve dünya kamuoyuna vermişti. Merkel’in o dönemlerde tabir i caizse kendi evinden çok Erdoğan’in yanına gittiği herkes tarafından bilinir.
“Mülteci Krizi” nde Türkiye ve Erdoğan’a muhtaçlık ise bu ” kirli ilişki ” nin kamufle edilmesinin ” büyülü sözleri ” olmuştur. Bu öylesine kirli ve pis bir işbirliğidir ki, Türk devleti tarafından desteklenen islamcı faşistler Istanbul Sultanahmet meydanında doğrudan Alman vatandaşlarını hedef alıp katlettiklerinde dahi, Alman devlet temsilcileri bu durumu bile bile, bırakalım tavır almayı, kendi vatandaşlarının katledilmesine öfke duymayı, üstüne üstlük Erdoğan’in sırtını sivazlamaya ve” Türk devletinin terörle mücadele hakkı ” olduğu gibi saçma sapan açıklamalarda bulunmaya devam ettiler. Durum bu minvalde olunca bu vehameti tanımlamak için ‘sermaye sen nelere kadirsin’ demekten başka söylenecek bir şey kalmıyor. Bu dönemin diğer önemli bir özelliği ise Alman devleti merkezli Avrupa Birliği ülkelerinde yoğunlaşan Kürt ve devrimci görüşe sahip olmakla ithjam edilen insanların. uluslararası operasyonlarla tutuklanmalaridir. Alman devleti, bırakalım dünyanın geri kalan yerlerini, Avrupa ve Almanya’da son yıllarda yüzlerce insani vahşi bir biçimde katleden, binlerce insani örgütleyip katliamlar yapmaları için, Suriye, Irak, Yemen vb. ülkelere gönderen, bu katil sürüleri için milyonlarca bağış toplayan islamcı çetelere dahi böyle birkaç ülkede birden eşzamanlı operasyonlar gerçeklestirmemistir. Suriye’de, ISID’e karşı gerçek anlamıyla direnen tek güçler olan ve en önemli gücü teşkil eden YPG/YPJ’nin flamalarına dahi tahammül edilmemesi, davalar açılması vb. tüm bu gelişmelerin bir rastlantı ve birbiriyle bağlantısı olmayan gelişmeler olduğuna inanmak için, insanın bırakalım saf olmasını açıkça aptal olması gerekir. Bu yüzden açık olarak ifade etmek gerekir ki, Alman devletinin içerisinde bu süreçte etkin olan ve bu politikaları destekleyen siyasetçilerinin , bürokratlarının, güvenlik güçlerinin ve yargı mensuplarının Erdoğan iktidarındaki Türk devletinin yaptıklarında sorumluluk payları vardır. Onlar, objektif bakıldığında, Türkiye‘deki zalimden, katilden, hırsızdan yana taraf olmuşlardır ve bu taraflılık bugüne kadar devam etmektedir.
Bizim ülkemizde Kürt ulusu TC devletinin kuruluşundan günümüze yalnızca kimliksel asimilasyona uğratılmamakta, aşağılanmamakta aynı zamanda, vahşice katledilmektedir. Profesör Neumann ın liberalleşme dediği kısa aralık AKP nin tüm diğer islamcıların sıklıkla başvurdukları takiyye yapma ve BOP ve Genişletilmiş Kuzey Afrika diye bilinen ABD merkezli plan çervesinde Türkiye’de de rejimin yeniden tahkim edilme sürecidir. Rejim ağır basan laik karekterinden boşaltılıp islami karekterin damgasını vurduğu bir biçime evrilme sürecine sokulmuştur. Bir yandan ABD nin bölgeye yönelik hedeflerine uygun bir iktidar biçimi oluşturulmuş aynı zamanda da neoliberal yağma ve talan süreci en pervasız ve çıplak haliyle hayata geçirilmiştir. Nitekim bu sürecin gerçek niteliği kısa bir zaman sonra açığa çıkmıştır. Barışa hasret olan kürtler yine büyük bir hayal kırıklığına uğratılmışlardır.1990’larda dört bin civarında kürt köyünü bazı yerlerde içindeki insanlarla yakıp yıkan, kürtlere insan dışkısı yediren devlet, 2010 ortalarında geçmiş dönemleri aratır tarzda kürt katliamlarına yeni bir boyut kazandırmıştır…
BM Insan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad El Hüseryin’in Cizre’de bodrum kata sığınmış 100 kişinin yakılarak öldürüldüğünü gündeme getirip, soruşturma isterken, ” elimizde 100’den fazla kişinin Cizre’de canlı canlı yakıldığına dair tanık raporları var “açıklamasını yaptığı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, “Nusaybin’de taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayın. Şehitlerimizin kanını yerde bırakmayın. Sur’u yeniden yapmak için kolları sıvamışken, Nusaybin’de tekrar inşa edilir, Şırnak, Yüksekova’da yeni baştan ve Türk Islam mimarisine uygun olarak hayat bulur “diye haykirdigi…Cumhurbaşkanı Erdoğan’in,”HDP, bırakın Türkiye partisi olmayı, benim kürt kardeşlerimin temsilini, bu coğrafyanın tüm insanlarına ve değerlerine düşmanlık etmek üzere kurulmuş bir parti görünümündedir. Bayraktan, ezandan, camiden, istiklal marşı’ndan, vatandaşlarımızın sakalından, kıyafetinden rahatsız olan bir parti bu toprakların partisi olamaz. Bütün bunlar karşısında sabretme dönemini artık geride bıraktık. İnşallah dokunulmazlığın kaldırılması bunun ilk adımı olacak. Arkasında bu tür ihanet şebekelerinin kökünü kazımak için ne gerekiyorsa hepsi de birer birer yapılacak” dediği… Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Emine Ayna’nin siyasetten çekildiğini duyururken, “Bugün Cizre’de bodrum katında mahsur kalan yaralı ve cenazeler ile yaşadığımız vahşetle birlikte Cumhurbaşkanı’nin ‘mevzuata uymayın’ diyerek, açık açık hukuksuzluk çağrısı sonucunda: Siyaset kurumlarının barışçıl çözüm getirebileceğine dair hiçbir umudum kalmamıştır. Her gün tek dil, tek millet söylemiyle, Kürt halkının dilini, kimliğini inkar eden, Cumhuriyet tarihi boyunca mücadele ederek yarattığı kültürel ve siyasi değerlerine her fırsatta hakaret eden, insani anlamda hiç kimsenin kabul edemeyeceği şekilde ölüsüne de dirisine de işkence yapan, mezarını da evini de yakıp yıkan bir anlayışla siyasi çözüm gelisebilecegine inanmıyorum. Bu temelde siyasetten çekildigimi ilgili kamuoyuna duyuruyorum. Aldığım bu karar partimle ortaklaştığım, örgütsel bir karar değildir ” demesi verili halin özeti gibidir.
“Türkiye tarihinin en karanlık siyasi atmosferini yaşıyor ve tünelin ucunda ışık da görünmüyor ” diyen HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’in ifadesindeki üzere… Duran Kalkan’in, ” Artık bin yıllık kardeşlik söylemi bir safsata haline gelmektedir. Katliama sessiz kalanlar da suç ortağıdır… Barikat da kazacagiz, hendek de. Sokak başında direneceğiz, vadide direneceğiz. Halk direnecek, gerilla direnecek, yurt dışındaki insanlarımız direnecek… Hiç kimse bize teslimiyeti, ihaneti, yenilgiyi, boyun eğmeyi bir çare olarak gösteremez. Özgür olmaktan başka bir yaşama yolu yoktur, bunun da yolu faşizmi yıkana kadar direnmektir. Bu bir slogan değil, günlük olarak yaşanan özgür insan duruşudur ” sözlerini söyleten bir yaşanmışlık sürecini görmemiz gerekir.
Yakın zamanda Türk devleti dünyanın gözleri önünde Cizre’de büyük bir vahşete imza atmıştır. ” Dünyanın gözü önünde ” cümlesini laf olsun diye söylemiyorum. Çünkü, bu vahşete maruz kalan insanlarla canlı telefon bağlantısı kurulmuş ve AB ve BM nezdinde girişimlerde bulunulmuş ama vahşice katledilmeleri engellenememistir. Bir insanlık ayıbı olarak tarihteki yerini almıştır. Demokrasi ve insan hakları, sivillerin hayatının korunması gibi kavramları dillerinden düşürmeyenlerin gerçek niteliğini ortaya koyması anlamında tarihe düşülen bir nottur Cizre Bodrumlar Vahşeti.
“Mezopotamya Hukukçular Derneği, Özgürlükçü Hukukçular Derneği, Asrın Hukuk Bürosu ile Toplum ve Hukuk Vakfı’na üye avukatların hazırladığı ortak on raporda bodrumdan çıkarılan cenazelere ilişkin şu değerlendirme yapılmıştır:’… Bodrumlardan çıkarılan ölü bedenlerin büyük çoğunluğu yanmış halde bulunmuştur (Otopsi raporlarına göre, bazı bedenlerin kafaları kesilmiş, gözleri çıkarılmış, tüm vücudunda kesik ve kırıklar bulunan veya sadece başı kesik bedenler bulunmaktadır.). ‘Farklı’ (kimyasal olduğu iddia edilen) bir madde ile yakıldıkları yönünde yaygın iddialar var ise de teknik incelemeye ihtiyaç duyulan bu iddiaya dönük yargı makamlarına yapılan başvurular sonuç vermemiştir. Bugün itibarıyla, halen insanların ölü bedenlerinin kokusunun duyulduğu bodrumlardan çıkarılan cenazelerin bazıları çocuk yastakilere aittir. Tüm kemikleri kırılmış, iç organları paramparça hale gelmiş, yanakları ezilerek çıkarılmış insan bedenleri, bodrum dışında ağır bir cisim ya da araçla ezildikleri izlenimini vermektedir.
“Hastanelere, mesela cenaze arabası getiriliyor. Cenaze arabasından cenazeyi indireceğiz. Cenaze diye almaya çalıştığım aslında bir cenaze değil, cenaze parçası. Mesela bir kadın vardı, sadece göğsünden aşağısı vardı. Bir kişi gördüm, üstünde tek bir mermi izi yok, sadece, kanaatimce sağ yakalanmış ve tıpkı ISID örneğinde olduğu gibi başı kesilmiş, başı yoktu. Öyle defnettik. Yok işte! Ailelere bazen bir poşetin içinde beş kilo kemik veriliyordu. Mardin’e gönderdiğimiz 17 cenazeden 11’i kurtlanmıştı. Bazı cenazeler sokaktan alınmadığı için köpekler tarafından parçalanmıştı. Mesela, bir cenaze fotoğrafı var elimizde, sadece kemik kalmış, tüm kemileri yerinde üstündeki et alınmış. Cenazenin bulunduğu mahalle sakinleri “biz gözlerimizle gördük, o cenazeyi oraya gelen askerlerin, polislerin köpekleri yedi” dedi. O, cenazenin fotoğrafı elimizde, sadece kemikleri, bir iskeleti kalmış. Bazı cenazelerin vücut bütünlüğü olmasına rağmen gözü çıkarılmış, kulağı kesilmiş ya da diğer uzuvları kesilmişti. Bir kadının göğsü alınmıştı.Bazı cenazelerin beyni dağıtılmış,kolu koparılmış ve biz bunların hepsini gördük.Çünkü ya morgda ya da cenaze yıkama esnasında koşullar elverdiği müddetçe fotoğraf çektik. Dolayısıyla, kimse bunun böyle olmadığını iddia edemez. Bağımsız heyetlerin de dahil olduğu otopsi raporları yapılsaydı bu vahşet açıkça görülecekti. Ancak, sırf bu vahşet ortaya çıkmasın diye avukatlarımızın içeriye girmesi engellendi.
…Bazı cenazelerin parmakları kırılmış ya da kesilmişti. Kadınlara ait cenazelerin göğüsleri kesilmişti. Bu sistematik bir durum. Keza, kırılan kaburgalar, kollar vardı. Mesela, Ferhat Karaduman’in kolu koparılmıştı. Bir silahla ya da bir şeyle vurduğun zaman o et parçası, o kemik dağınık olur ama ondaki öyle değildi. Çok itinayla kolu koparilmisti. Fotoğrafları bende var. Keza vücut bütünlüğünü koruyan cenazelerde sıkça işkence izi, sürüklenme izleri vardı. Özellikle ağız kısmına toprak koyma.
…çıplak, yani, poşet moset atmış üstüne öyle. Biz gittiğimizde kısa süre veriyor. Beş dakikada çıkacaksın diyor. Onlarca cenaze. Kimisinin sırtı dönük, kimisinin yüzü… Sen onu kaldırıp şey yapana kadar, ölüdür ve ağırdır. Yüreğin yaralı, her şeyden güçten düşmüşsün. Beş dakika içinde o kadar cenazeyi kaldır, bak, her yere bak, çünkü, dediğim gibi birçok insan geliyordu. Çocuklarının ellerini, daha önce işte doğduklarında bıraktıkları izler vardı insanların çocuklarında. İşte, kafalardaki kırıklar, yara izleri falan vardı. Kimisinin dövmeleri vardı. Insanlar o yöntemlerle çocuklarını bulabiliyorlardi. Yoksa 320 cenaze içinde vücut bütünlüğünü koruyan cenaze sayısı 20’yi geçmez. Ve bu 20 bile ikisi hariç hepsinde işkence izi vardı. Böyle bir vahşet…”
…Kendimle ilgili kişisel bilgilerden devam edeyim… Lise sonrası önce Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, ardından da Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne devam ettim. Üniversiteye başladığım dönem 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının toplum üzerinde yarattığı korku duvarlarının parçalanmaya başladığı yıllardı. İşçi ve memurlardan üniversite öğrencilerine genişleyen bir toplumsal muhalefet oluşmaktaydı.
Bu süreçte, üniversite öğrencileri tarafından kurulan laik, bilimsel, demokratik ve parasız bir eğitim sistemi için mücadele eden, ırkçı, dinci ve çağdışı eğitim programları ve devletin eğitim sistemi üzerindeki gerici müdahalelerine karşı çıkan öğrencilerden bir tanesi oldum. Böylesi politik ve pratik bir duruş dogalliginda ırkçı ve dinci gerici öğrenciler ve polisin saldırılarıyla karşı karşıya olmayı getirdi. Poltik duruşumumdan ötürü defalarca gözaltına alınma, işkenceli sorgulardan geçme ve sürekli polisin hedef olma durumu oluştu. Üniversite dönemim aynı zamanda genel bir ilerici duruştan politikleşmis bir devrimci duruşa geçiş süreci oldu benim açımdan.
Bu süreçte Marksizm üzerine kitaplar okumaya başladım. Aynı zamanda Türkiyeli devrimcilerin Türkiye ve Türkiye Kürdistanına ilişkin tahlilleri ve saptamaları hakkında bilgilendim. İbrahim Kaypakkaya‘nın yazıları beni önemli ölçüde etkilemiştir.Devrimci kimliğimin oluşmasında etki sahibi olanlar arasında Türkiye devrim mücadelesinin yiğit önderlerinden ve 1971 Askeri Cuntası tarafından idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ile yine Kızılderede 11 yoldaşıyla birlikte katledilen bir diğer devrimci önder Mahir Çayanın hayatı ve mücadelesi de yer almışlardır. Askeri Faşist Cuntanın düzmece mahkemelerinde haklarında idam kararı alınan, idama götürüldüklerinde idam sehpasında “Yaşasın Marksizm Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının kardeşliği! Yaşasın İşçiler! Kahrolsun emperyalizm!” diyerek idam sehpasını kendisi tekmeleyen Deniz ve yoldaşlarından ve teslim ol çağrılarına “biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik” diyen Mahir Çayan ve yoldaşlarından bahsediyorum. Henüz yirmili yaşların ortalarında olan üniversite öğrencileridir bahsettiklerim. Fakat beni asıl etkileyen İbrahim Kaypakkayanın ortaya koyduğu görüşler, hayatı ve siyasi faaliyetleri olmuştur. Türk rejiminin gömüldüğü mezarın başına bile karakol dikilen bir komünistten bahsediyorum. Dünyada başka bir örneği yoktur. Katletmişlerdir ama ölüsünden dahi öylesine korkmaktadırlar ki çareyi yanıbaşına karakol dikmekte bulmuşlardır. Bu öylesine bir korkudur ki, oğlunun mezarını ziyaret eden annesi hakkında dava açılabilmektedir. Bu anlattıklarım bir şehir efsanesi değildir ve bu yiğit baş eğmez devrimcilerin tüm bu tavırları belgelerle de sabittir.
Ibrahim Kaypakkaya’nin görüşlerini okuyup kavradıkça Türkiye’deki ırkçı ve dinci gericiliğin bir hükümet sorunu değil devlet ve bütün sistemin sorunu olduğu, bu gerici faşist ideoloji ve halka, emekçilere, kadınlara dönük faşist terörün devletin temel kendini varediş kodları olduğu, devletin sünni müslüman ve Türk kimliği dışında yer alan Kürt, Ermeni, Hristiyan, Laz, Arap, Çerkez vb. farklı milli,dinsel ve mezhepsel kimliklere sahip insanları Türk kimliği ekseninde eritmeye, onların kimliklerini yok saymaya ve yok etmeye çalıştığı, yüksek perdeden ve durmaksızın tekrarlanan Türkiye’nin bağımsız bir devlet olduğu sözlerinin manipülatif bir söylemden ibaret olduğu, Türkiye’nin uluslararası emperyalist güçlerin yarı sömürgesi ve Türk eğemen sınıflarının da emperyalizmin uşaklığını yaptıkları, Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin yoksulluğunun Türk devletinin emperyalistlerle kurduğu ilişkiden bağımsız olmadığı, eğitim sistemindeki ırkçı, dinci ve bilimdışı anlayış ve şekillendirme çabasının tüm bu zemin üzerinden oluşturulduğu vb. noktalarında düşüncelerim netleşti. Tüm bunların beraberinde de Türkiye’de zaman zaman parlementer bir maskeyle gizlenmeye çalışılsa da faşist bir diktatörlüğün hüküm sürdüğünü ve buna birşeyler yapılması gerektiğini düşündüm. Ve bu doğrultuda politik devrimci bir kimliğimle varolan faşizme karşı faaliyete geçmeye başlamıştım. Bu kimlikle yaşamayı, kendi açımdan insan olmanın bir parçası olarak görüyorum. Tüm yaşadıklarıma, maruz kaldığım saldırılara ve ödediğim bedellere rağmen, ne mutlu ki böyle bir kimlik sahibi olma becerisini göstermiş ve bu onurlu kimliği taşımakta ısrar etmişim diyorum.Komünist devrimcilik insanlık tarihinin bizlerin omuzlarına yüklediği onurla taşımamız gereken bir yüktür. Elimden geldiğince bu onurlu yükü taşımaya çalıştım ve bundan sonrasında da taşımak için elimden geleni yapmaya devam edeceğim. Çünkü, büyük komünist şair Nazım Hikmet’in bir şiirinde söylediği gibi:
“…Esas olan:
Sadece yaşamak degil,
insana yakışır temelde, onurlu yaşamaktır…
Teslim olmadan,
Boyun eğmeden,
Sürünmeden,
El etek öpmeden yaşamaktır.”
Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti
TKP/ML hakkında , sivillere zarar veriyor ve hatta bu insanları sözüm ona terörist yöntemlerle öldürmüş olması iddia edilmektedir.
Taşımaktan onur duyduğum bu siyasi kimliğim ile böylesi davranışları reddettiğimi söyleyebilirim. TKP/ML de böyle bir anlayışa sahip olmamıştır.Genel olarak komünistler, konumuz özgülünde de Türkiyeli devrimci ve komünistlerden bahsedeceksek soruna tam tersi bir noktadan bakmak ve farklı tesbitlerde bulunmak gerekmektedir. Ülkemizde devam eden sınıflar arası mücadeleye ve yaşananlara baktığımızda karşımıza çıkan tablo ülkemiz komünist ve devrimcilerinin halka zarar vermeyi reddettiklerini ve bu ilke doğrultusunda hareket ettikleri için zaman zaman yaşamlarını yitirdikleridir. TKP/ML bu anlamıyla örnek bir pozisyondadır. Buna rağmen bu ilkesel tutumun dışında bir durum oluştuğunda da halka karşı açık olmuş ve özeleştiride bulunmuştur. Mahkeme dosyasına yansıyan ve sizlerin bizleri terörist olarak tanımlamak için malzeme olarak kullandığınız olay özgülünde de bu samimiyet ve özeleştirel duruş gösterilmiştir.
Burada, bünyesinde binlerce insanı barındırmış bir oluşumun içerisinde bu oluşumun kendisine rehber edindiği ilke ve değerlerin dışında davranmış insanların hiç varolmadığı ve aykırı davranışlar sergilemedikleri gibi cidden iddia edilemeyecek bir savda bulunmak istemiyorum. Böylesi bir söylem gerçeklerden uzak olurdu.Fakat bu türden kişiler ve bu kişilerin bu türden anlayış ve pratikleri TKP/ML’nin yürüttüğü siyasetin teorisi ve pratiğine aykırıdir…
Lise sonrası önce Ankara Üniversitesi ardından da İstanbul Üniversitesine devam ettim. İstanbul Üniversitesi’nde okurken, sözüm ona ‘’yasadışı örgüt TKP/ML’’ üyesi olma şüphesinden dolayı tutuklanana kadar dört yıl boyunca politik faaliyetlerimi sürdürdüm (Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararında da bu tabir kullanılmaktadır). Bahsettiğim dönem, yüzlerce sol, sosyalist, laik, aydın ve kürt ilerici kimliğine sahip insanın yargısız infazlarla katledildiği, faili meçhul cinayetlere kurban gittiği, gözaltlarında kaybedildiği ve resmi ve sivil polislerin, Hizbullah adlı islamcı faşistlerin JITEM bünyesinde özellikle ilerici kürtleri ve solcular sokak ortasında infaz edip jandarma karakollarında saklandıkları bir dönemdir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından bu dönemle ilgili yüzlerce olay belgelenmiştir, benim tarafımdan da açılmış bir dava da dahil olmak üzere.
TKP/ML adına yürütmüş olduğum faaliyetlerden ötürü Türkiye’de işkence gördüğüm ve yargılandığım, sekiz yılı aşkın hapis yattığım ve 2002 yılı Şubat ayında şartlı olarak tahliye edildiğim doğrudur. Türkiye’de hakkımdaki suç iddiası TKP/ML üyesi olmak ve Türkiye’nin anayasal düzenini değiştirmeye yönelik faaliyetlerde bulunmaktı.
… tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı Terörle Mücadele Ekipleri tarafından gözaltına alındım ve … tarihinde Savcı ve sonra soruşturma hakimi karşısına çıkarıldım ve aynı gün tutuklandım… yasadışı silahlı örgüt üyesi olma ve devletin anayasal düzenini yıkma amacıyla yürütülen faaliyetlere katılmış olma gerekçesiyle savcılık hakkımda dava açma talebinde bulunmuştur.
Savcılık makamı tarafından hazırlanan iddianamede şöyle bir bölüm 12 Haziran 2000 tarihinde İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi hakkımda önce idam cezası vermişti. Bu ceza, idam cezasının daha sonra Avrupa Birliğine Uyum Reformları kapsamında kaldırılması üzerine müebbet hapis cezasına dönüştürülmüştür.
15 Mayıs 2001 tarihinde ise bu ceza, ceza muhakemeleri ile ilgili gerekçelerden ötürü Yargıtay tarafından kaldırılmıştır. Dava, yeniden gözden geçirilmesi için İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne iade etmişti ve benim tutukluluk durumum da devam etmiştir.
Mahkeme, … tarihinde tibbi rapora istinaden ve tutukluluk süresini göz önünde bulundurarak, halen yürüyen yargılama süreci içinde tahliye edilmeme karar vermiştir. Mahkeme ayrıca, yargılama sonunda çıkacak kararın muhtemelen leyhime olacağı tespitinde de bulunmuştur. Daha sonra bu nedenle 17.6.2002 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde davacı oldum. Bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 12.6.2006 tarihinde Avrupa Konvansiyon’un 5 Maddesinin 3. Fıkrasını ve 6 Maddesinin 1. Fıkrasını ihlal etmiş olması nedeniyle Türkiye aleyhine hüküm çıkarmıştır. Türkiye, almış olduğum ‘’manevi zararlar’’ nedeniyle bana 10.000 € tazminat ödemek zorundaydı.
Türk Devleti, bu karara rağmen hala Türkiye’ye iade edilmemi talep etmektedir. Bu karara rağmen Federal Savcılık, kendisinin de haberdar olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu kararına hiç bir şekilde istinat etmeden Türk Güvenlik kurumlarının suç iddialarını tekrarlamaktadır.
Federal Savcılığın açık seçik bir şekilde, sahtekârlıkları, yalancılıkları, sahte belge düzenlemedeki hünerleri dünya çapında bilinen Türk yetkililerin gönderdikleri belgelere böylesine itibar etmesi, bunları bile bile gözü kapalı kabul etmesi ve Türk devletinin muhaliflerine karşı kullanmaya meyilli olması vehamet ötesi bir durumdur. Bu sahte belgelerle Türk devleti benim ne kadar tehlikeli bir insan olduğumu ispatlamaya çalışmaktadır, zira beni oradaki mevcut diktatörlüğün karşıtı olarak görmektedir. Bu, belki anlaşılabilir bir tutum olabilir de, aynı tarzın burada da sürdürülmesini hangi hukuksal argümanlarla açıklanabilir, orası bir soru işareti! Yıllardır TKP/ML üzerinde büyük bir gayretkeşlikle çalışmış olan iddia makamı TKP/ML’nin binlerce belgesini incelemiş, gözden geçirmişken çok somut olarak orta yerde duran çelişki ve yanlışlıkları nasıl göremediği ya da görmek isteyip istemediği de bir soru işareti olarak kalacaktır.
Sekiz yılı aşkın birkaç değişik hapishanede TKP/ML ve TMLGB tutsakları ile aynı mekânları paylaşmış birisi olarak bunu söylüyorum…
… Hapishanelerde, özellikle politik tutsaklara yönelik gösterilen tavır birebir devletin niteliğiyle orantılı olmaktadır. Benim yaşadıklarım da budur. Gözaltı sürecinde yaşadıklarımı kısmen de olsa anlattığım için tekrar etmeyeceğim. Kabaca da olsa hapishane sürecimden bahsedeyim. Her duruşma gününde,her mahkemeye götürülşümüzde, her hasteneye götürülüşümüzde mutlaka jandarmanın fiziki saldırısına uğradım, uğradık. Özellikle duruşmalar için götürüldüğümüzde birçoğumuz hastanelik olacak düzeyde jandarma saldırısına maruz kalıyorduk. Hapishanelerde bu günde tutsaklar aynı saldirganliklarla yüzyüzedirler.
Hapishanede geçirdiğim süre boyunca onlarca devrimci ve kürt tutsak katledildi. Ankara Ulucanlar hapishanesinde devrimci ve komünist kurşunlanarak ve işkence edilerek katledildi. Diyarbakır hapishanesinde örneğin 10 özgürlük mücadelesi yürüten kürt ziyaret dönüşü sopalarla dövülerek, başları parçalanarak katledildi. İzmir’in Buca hapishanesinde bir tutsağın koparılan kolu çöplükte köpeklerin ağzında bulundu. 1996 yılında hapishanelerde gerçekleşen açlık grevi ve ölüm oruçlarında 12 devrimci tutsak hayatını kaybetti…
Bu saldırı ve katliamların zirvesine ise, 19/24 Aralık 2000 tarihleri arasında ilerici siyasi tutsakların kaldıkları tüm hapishanelere yönelik gerçekleştirdikleri saldırıyla ulaştılar. Sayıları binleri bulan, sırf bu operasyon için özel olarak eğitilip hazırlanmış binlerce özel eğitilmiş katil, keskin nişancı, helikopterler ve iş makineleri kullanarak gerçekleştirdikleri saldırıda altı kadın tutsak yakılarak 24 tutsak ise kurşunlanarak öldürüldü. Bayrampaşa hapishanesinde devrimci kadın tutsakların yakılarak öldürüldüğü bölümde ne olduğu bilinmeyen bir kimyasal madde kullanılmıştı. Bu kimyasal madde nedeniyle, birkaç kadın tutsağın kulakları, burunları ve ellerinin üzerindeki deri ve et tamamen erimişti. Tahliye olduğumda bu kişilerden bir tanesi ile tedavi gördüğü hastanede karşılaştım. Kulakları kıkırdakları ile birlikte tümden erimiş, burnunda yalnızca kemikli bölüm kalmış, ellerindeki deri ve et erimiş parmaklar birbirine yapışmıştı.
Şu anda burada benimle birlikte yargılanan iki kişi bu süreci ayrı ayrı hapishanelerde birebir yaşadık. Benim kaldığım Ümraniye hapishanesinde bu saldırılar dört gün boyunca devam etti. Birçok tutsak katledildi, onlarcası çeşitli organlarını kaybedecek biçimde yaralandı. Adına utanmazca ‘Hayata Dönüş’ adı verilen bu katliam sürecinde yaşananları görmek için dönemin yazılı ve görsel medya organlarına gözatmak dahi yeterlidir. Bu katliamın ardından yeni açılmış olan hapishanelere götürüldük. Gerek yol boyunca gerekse de hapishaneye götürüldüğümüzde benzer saldırılar çeşitli biçimlerde devam ett. Ben tahliye olduktan sonra da bu saldırılar ve buna paralel olarak ölümler devam etti. 19/24 Aralık 2000 tarihlerinden ben tahliye olana kadar geçen süreçte 100 den fazla devrimci tutsak hayatini kaybetmisti. Ölen tutsak sayısının sürekli artması, devam eden Ölüm Orucu ve Açlık Grevleri, artan ülke içi ve uluslararası tepkiler sonucunda Türk devleti bir taktik olarak durumu uygun olan tutsakları altı aylığına tahliye etme yöntemini devreye koydu. Adlı Tıp Kurumu tarafından oluşturulan uzman bir heyet hapishanelerde tedavileri imkan dahilinde olmayan kişileri bu yasa maddesine dayanarak tahliye etmeye başladı. Benim de bu kıstaslara uygun olduğumun heyet tarafından tespit edilip onaylanmasıyla Şubat 2002 tarihinde altı ay süreliğine 19 Aralık 2000 Katliam Operasyonları sonrası götürüldüğüm Edirne F Tipi hapishanesinden tahliye edildim…17 Nisan 2015 tarihinde Almanya tarafından hakkımda çıkarılan tutuklama kararına kadar geçen sürede politik kimliğim doğrultusunda çalışmalar yaptım….kaldığım süre boyunca ne politik kimliğimi gizledim ne de böyle bir çabanın gerekli olduğunu düşündüm. Buna rağmen AB -Adalet Komiyonu’nun ortak olarak benimsediği ‘terörle mücadele ‘ anlaşmalarının taraflarından biri olan … yargı kurumları hakkımda böylesi bir hukuksal süreç isletmezken Alman devletinin böylesi bir süreç işletmesi düşündürücüdür.
Alman devletinin hakkımda çıkardığı tutuklama karararı çerçevesinde 17 Nisan 2015 tarihinde tutuklandim. Bundan sonrası dava belgelerinde mevcuttur.
Sayın Başkan ve Sayın Mahkeme Heyeti
Komünist devrimci bir görüşe sahip olmak terörist olmak değildir. Komünist devrimci olmak dünya üzerinde süregiden baskılara, sömürüye, adaletsizliklere, insanlık dışı anlayış ve uygulamalara karşı olmak, içerisinde yaşadığımız dünyanın daha yaşanılabilir hale gelmesi için elinden geldiğince gücünün yettiğince bir şeyler yapabilmektir. Bu anlamda emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadelenin iyi ve adil bir olduğunu düşünüyorum. Sömürüye, baskıya, her türden eşitsizliğe karşı olmak iyi bir şeydir. Insan onuruna layık bir yaşamın özleminde bulunmak ve bunun için çaba göstermek iyi bir şeydir. Ben, elimden geldiğince doğru olduğuna inandığım işleri yerine getirmeye çalışıyorum. Tam bu yüzden kendimi komünist devrimci olarak tanımlıyorum.
Komünist devrimci olmak benim için özünde insanlığın gelişimine aktif olarak katkıda bulunmak demektir, bu yaklaşımı Karl Marks şöyle dile getirmiştir:
‚Filosoflar dünyayı sadece farklı yorumlamışlardır, belirleyici olan dünyayı değiştirmektir‘
(Karl Marks)
Marks Hegel’in diyalektiğini ayakları üstüne dikmiş ve şu tespite varmıştır:
‚… dünya, objektif gerçek, maddi varlığı ve gelişimi ile açıklanabilir; idealist tasarımlarının varsaydığı gibi bir ilahi mutlak fikirin gerkleştirilmesi veya insan düşüncesiyle açıklanamaz. Objektif gerçek, varlığını insan bilincinin dışında ve bu bilinçten bağımsız olarak sürdürmektedir.
Bu ifade Marks’ın ünlü söylemiyle özetle dile getirilmiştir:
” İnsanın varlığını belirleyen bilinci değil, tersine insanın bilincini toplumsal varlığı belirlemektedir”.
Bu anlamda emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadelenin iyi ve adil bir olduğunu düşünüyorum. Sömürüye, baskıya, her türden eşitsizliğe karşı olmak iyi bir şeydir ve zorunludur. Insan onuruna layık bir yaşamın özleminde bulunmak ve bunun için çaba göstermek iyi bir şeydir ve zorunludur. Ben, elimden geldiğince doğru olduğuna inandığım işleri yerine getirmeye çalışıyorum. Tam bu yüzden kendimi komünist devrimci olarak tanımlıyorum.
Bu yüzden Clara Zetkin’in dedigi gibi: ” Faşizmin tüm ülkelerdeki karşıtları! Kanlı zulümle, terörle, açlık ve savaşla birleşmiş faşizm paramparça edilip yere serilmeden aramızda hiç kimse dinlenme ve mola verme hakkına sahip değildir.”
Özgeçmisime yönelik açıklamamı Alman halkının büyük marksistlerinden Rosa Luxemburg’un Mathilde Wurm’a yazdıklarıyla bağlamak anlattıkları iyi yansıtmaktadır: ” İnsan kalmaya çalış. Her şeyden önce insan kalabilmektir asıl mesele. Ve bu, sağlam, açık ve neşeli olabilmektir, ağlamak zayıfların işidir. İnsan olmak, gerektiğinde tüm yaşamını neşeyle kaderin büyük tartısına atmak, ama aynı zamanda her aydınlık güne ve güzel buluta sevinmek demektir. Heyhat, ‘nasıl insan olunur’ a dair bir reçete yazmayı bilmiyorum, sadece insan olduğumu biliyorum “.
Dinlediğiniz için teşekkürler