Benim beni tanımayan bir annem var. Her gün, her dakika adımı sayıkladığı halde benim, beni tanımayan bir annem var. Yıllar yılı gözünden bile sakındığı beni tanımıyor artık benim annem.
Benim annem beni tanımak istemediği için tanımamazlıktan gelmiyor. O bana tavır olsun diye böyle bir yönelime girmiyor. Benim annem belki de unutmak istediği en son şey olduğum halde beni tanımıyor.
Benim annem son birkaç yıldır Alzheimer olduğu için beni tanımıyordu. Aslında daha doğru bir ifadeyle her gün adımı sayıklayıp benimle konuşuyordu ama o ben, bugünkü ben değildim. O ben, bundan 30 yıl önceki anacığının dizine uzanan, ona sarılmadan uyuyamayan, nazına, kaprislerine, yaramazlıklarına rağmen hep el üstünde tutulan bendim.
İnsan sevdiklerini hep en güzel, en iyi ve en mutlu anlarıyla hatırlamak isterler ya, belki de benim annem de beni o en masum hallerimle hatırlamak istediği için, o lanet hastalığın tüm ağırlığına direnerek, o en güzel anları ısrarla diri tutmakta. Tutmakta dediğime bakmayın, annem artık sonsuzluk diyarında. Adını ve anılarını bizimle bırakıp 29 Mart günü fiziken ayrıldı aramızdan. Bunu böyle sade, düz bir şekilde yazmak acı verse de kısır döngü yaşam içinde, doğup, büyüyüp sonra da ebediyete doğru yol alıyor insanlık ve tüm canlılar. Annem de bu diyalektik işleyiş içinde, anın ve zamanın acımazlığı içinde ayrıldı aramızdan.
Uzun bir zamandır böyle bir yazı yazmak için kıvranıp duruyordum ama her seferinde bir şey beni engelliyordu. Sanki bu yazıyı yazarsam anneme bir şey olacak ve onu bir daha göremeyeceğim hissi gelip beynime saplanıyordu. Şimdi artık böyle bir olasılık kalmadı. O gitti ve ben onu son bir kez daha göremedim. İnsan, hayatın bir kısır döngüden ibaret olduğunu biliyor elbette. Hepimizin bir gün ölüm denen şeyi tadacağını da biliyor. Ancak ölümü kabullenmek, nedense pek de kolay olmuyor. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bu kabul edememe durumunda, sevdiklerinize son bir kez de olsa dokunamamak, onlara sarılamamak, onların sıcaklığını hissedememek. Hele bu anne ise, bu durum daha da ağır ve yıpratıcı bir hal alıyor.
Duygularını kolay ifade edebilen insanlardan değilim sanırım. Bunun bir tabu olmadığını bildiğim halde, ifade edememenin dayanılmaz ağırlığı altında ezilenlerdenim. Bu ezikliği bazen yazıya dökerek hafifletmeye çalışıyorum. Bunu ne kadar becerebiliyorum bilmiyorum ama manen belli bir rahatlama sağladığı, bir gerçeklik benim açımdan.
Benim annem yaşamının neredeyse tamamını acılarla, zorluklarla, yoksullukla geçirmiş ama hiç pes etmemiş; direnmiş, çalışmış, çabalamış ve çocuklarına büyük oranda hayatın ağır yükünü yansıtmamıştır. Bizim oraların yaşam koşulları zordur. Ne büyük toprakları vardır tarım yapmak için, ne de yeterince elverişli arazisi hayvancılık yapmak için. Bu nedenle bizim oraların insanlarının büyük bir çoğunluğu karın tokluğuna kıt kanaat geçinir. Yoksulluk kadermiş gibi bu halkın sırtına yük olarak asılmıştır. Ve bir de devletin ötekileştiren, yok etmeye çalışan, var olan yoksulluğu daha da derinleştiren baskıları vardır.
OHAL ortamlarında doğduk ve büyüdük. Bir kilo şekerin bile izinle alındığı, her gece üzerimize kurşunların yağdığı koşullarda belki de biraz da tesadüfen büyüdük. Tesadüftü çünkü; ölüm, işkence, tutuklanma, yargısız bir infaz her an kapınızı çalabiliyor bizim doğduğumuz topraklarda. Böyle durumlarda anaların rolü ve önemi çok daha fazla artıyor. Yoktan var eden, var olanı koruyan, korunanı eşit bir şekilde pay eden bir roldür analarımıza biçilen.
Benim anam da çocuk denecek yaşta evlendirilmiş, kendisine birkaç gömlek büyük gelecek bu rolü kusursuz bir şekilde oynamıştır. Onbir çocuk doğurmuş. Tarlada, dağda, bayırda çalışmış, koşulları içinde çocuklarının tüm ihtiyaçlarını karşılamış emektar bir kadındır benim anam.
Benim anam, en usta aşçılara taş çıkaracak derecede iyi yemek yapan mükemmel bir aşçıydı. Aşçı dediysem elinin altında onlarca çeşit olan ve bunların içinden iyi bir yemek yapan değil, elinde var olan bir iki parça malzemeyle en iyi yemekleri yapan, onlara inanılmaz lezzetler katan bir aşçı. Mesela onun yaptığı un helvası, biçıka sire, bişi, kurde vb.nin tadı, lezzeti yıllardır başka bir yerde bulamadığım özellikteydi.
Benim annem bir sanatçıydı. Okuma yazması olmayan, eline kalem dahi almamış, koşulların kendi içinde olgunlaştırdığı mükemmel bir sanatçı. Annem yoksulluktan yırtılan pantolon, gömlek, ceket vb giysilerimize; hiçbir şeyi ziyan edip atmayan ve değerlendiren yaratıcı özelliğiyle, en usta terzileri, modelistleri kıskandıracak şekillerle yamalar yapar, bu elbiselerin ömrünü iki katına çıkarırdı. Eski kazakların iplerinden değişik renklerde paspaslar, kilimler; eski yorgan, koyun ve keçi kıllarından çorap, eldiven; yastık yüzlerinden battaniye, çanta yapan usta bir Stilist, Tasarımcıydı. Benim annem saçlarımızı, bulduğu her türlü makasla kesebilen usta bir Kuaför, evi boyayan (kireç yapan) bir Ustaydı. Benim annem, on bir çocuk yetiştiren bir Öğretmen, hepsinin tek tek sorunlarıyla ilgilenen bir Psikolog, Pedagogdu. Benim annem hayvanlarını tedavi eden, onlardan daha fazla verim almak için yöntemler bulan bir Veteriner; bostanda, tarlada ürüne değer katan bir Ziraat Mühendisiydi.
Zamanla büyüdük, teker teker evimizi terk etmek zorunda kaldık. Kimi evlenip gitti çalışmak için; bense okumak için. Hepimizin idealleri, hayalleri, değişik yaşam biçimleri vardı. İdeallerimizin peşinden koşuyorduk ve bu koşturmaca içinde ailelerimiz doğallığında “geri” planda kalıyordu. Türkiye gibi, faşizmin iliklerine kadar işlediği ülkelerde iktidara karşı devrimci mücadele yürütüp, aynı anda aile ile güçlü ilişkiler kurmak oldukça zordur. Mücadelenin bedeli ağır ve bu ağır bedelleri aileler de çocuklarıyla, yakınlarıyla ödemek zorunda kalırlar. Bu bedellerin en büyüğünü önce çocuk yaşta işkencelerden geçirilerek tutuklanan ve daha sonra hapishaneden çıktıktan sonra mücadelesini gerilla alanında sürdüren ve 2003 yılında Tokat`ta şehit düşen Kader’imiz (Emel Kılınç) ödüyordu. Emel annemin gözdesiydi. Her yaz annemle beraber yaylaya gider, okullar açılana kadar annemle kalırdı. Ondan kaynaklı aralarında çok güçlü bir bağ vardı ve bu nedenle Emel’in ölümü annemi ciddi oranda sarsmıştı.
Sonra ben. Önce 2000 yılında tutuklanmıştım. Hapishaneler katliamı, F tipileri, açlık grevleri… Bütün aile sarsılıyordu ama annem bir başka. Açlık grevinde olduğumu, zayıfladığımı anlamasın diye anlamasın diye görüşlere iki kazak ve mont giyerek çıkardım ama o ellerimden anlardı. Ve annem ben açlık gerindeyken evde yemek yemez O da açlık grevi yapardı. Sonra yeniden tutuklanma, çıkış ve yurtdışına geliş…
Hepimiz ideallerimizin pesinde koşuyoruz demiştik ya bu bazen zorunluluk bazen de bir tercih olarak sevdiklerinden ayrı düşmeyi beraberinde getiriyor. Yurtdışına geliş demek, ailenin büyük bir kesimini belki bir daha görememek anlamına geliyor bizim gibi politik mülteciler için. Faşizmin bizlere kestiği onlarca yıllık hapis cezaları yüzünden belki onlarca yıl, belki de bir daha hiç dönemeyeceğimiz ülkemizde, sevdiklerimizi, akrabalarımızı, dostlarımızı da bırakıp gelmiş oluyoruz. Sanırım bu zoraki sürgün hayatının en yıkıcı yanlarından biri de budur. Sevdiklerinize bir şey oluyor, gidemiyorsunuz, onlara dokunamıyorsunuz, yanlarında olamıyorsunuz.
Annem son 3-4 yıldır Alzheimer hastasıydı. İlk başlarda unutkanlıkla başlamış, zamanla beynin komut vermemesinden kaynaklı yürüyememe durumu, sonra tanımama ve yatağa tamamen bağımlılık hali. İlk dönemler telefon görüşmelerinde tanıyan, sohbet eden, torununu seven annem, bir süre sonra bizi tanımamaya başladı. Bir anne için sanırım en büyük yıkımlardan biridir çocuklarını tanımamak. Sanırım çocuklar için de en büyük yıkımlardan biridir annesi ve babası tarafından tanınmamak, unutulmak. Annem beni aslında hiç unutmadı. O her an, her dakika benim adımı sayıkladı. Özlemi vardı, özlemim vardı, yeniden görmek istiyordu; yeniden görmek istiyordum. Ama olmadı be annem… Hani şair diyor ya “Hayat bize mutlu olma şansı tanımadı…” diye. Mutluluk bazen bir eli tutabilmekte, bazen birine doya doya sarılabilmekte, bazen bir çift sözde gizli ya…
Bin bir zorlukla beni büyüten, zor anlarımda hep yanımda olan senin, en zor anlarında yanında olamadığım için affet beni anne. Kim bilir ne acılar çektin, kim bilir yapmak isteyip de yapamadığın ne kadar çok şey vardı… Ama ben bunlar için yanında değildim. Zorunluluklar, koşullar bunları dayattı bize. Acılarına ortak olamadığım için affet beni anne. Konuşamayan dilin, hatırlamayan hafızan, yürüyemeyen ayakların olamadığım için affet beni anne…
Biliyorum bu zorlu süreçte sana çok iyi bakanlar vardı. Ablalarım, anne yarılarım bu zor sürecinde hep yanında oldular. Yıllarca büyük bir fedakarlıkla, yüzlerini bile ekşitmeden annemin bakımını yaptılar. Sizler hep var olun. Ellerinizden öpüyorum her birinizin.
Anneler anlatılmakla bitirilemezler.
İnsan hangi yaşta olursa olsun annesini hep arıyor. En zor anlarında ilk akla gelen anne oluyor. Koşulu olmasa da yaşlı ve hasta da olsa, insanın anne ve babasının yaşadığını biliyor olması ayrı bir güç veriyor. Şimdi bu manevi gücün yarısını kaybettik. Belki şimdi acılarından, çaresizliğinden kurtulup derin bir uykuya daldı annem. Bize de her şeye rağmen derin bir hüzün bıraktı…
Gittiğin yerde rahat uyu güzel annem. Işıklar yoldaşın olsun…
Cengiz Kılıç