Kadınlar; örgütlenin, harekete geçin, savaşın!..
Günde dört kadının katledildiği, saldırganlara tahrik indirimleri yapılarak taciz, tecavüz saldırılarının meşrulaştırıldığı, emeğimizin görülmediği, kimliğimizin yok sayıldığı, mücadele ederek kazandığımız her türlü hakkımızın yeniden ellerimizden alındığı, en ağır çalışma koşullarında en ucuza çalıştırıldığımız, her an işten atılma korkusu yaşadığımız bu sistemde “Kadınlar örgütlenin, harekete geçin, savaşın!” sloganının anlamı büyüktür. Çünkü bu kadar saldırının olduğu yerde kadınların yaşayabilmek için mücadele etmekten başka çaresi yoktur.
Durum bu kadar açıkken ve en fazla ezilenlerin en çok mücadele etmesi gerekirken, bu güç neden yeterince örgütlenememektedir? Kadınların örgütlenmesi neden bu kadar zordur? Ya da örgütlenmelerinin önündeki engeller nelerdir? Bu sorulara verilecek en genel cevap, sömürüye dayalı sınıflı toplumların ideolojisi olan erkek egemen ideoloji olacaktır. Ancak bunu biraz ayrıntılandırmak gerekir.
Toplumsal cinsiyet rolleriyle çocukluğumuzdan beri “dünyamız” olarak öğretilen evimize çok kalın zincirlerle bağlanırız. Tüm yaşamımızı erkeğin hizmetine adamamız istenir. Ailede başlayan bu zincirlere her dönem bir yenisi eklenir. Din, gelenek, görenek, toplumsal değer yargıları bizi her yandan sarıp sarmalar. Bu zincirleri kırıp sesimizi çıkarmak çok da kolay olmaz. Çoğu kadın, yaşadıklarına “kader” diyerek ses bile çıkaramadan tamamlar yaşamını. Kendisine öğretileni yaşar özgürlüğünün farkına bile varmadan…
Ama bu onların suçu mudur? Onların duyarsızlığı mıdır? “Yaşadıkları bu kadar şiddete, baskıya rağmen neden sokağa çıkmıyorlar, neden bu kadar sessizler” diye dert yandığımız bu kadınlarda mıdır esas sorun? Elbette ki hayır… Onlar binlerce yıl kendilerine öğretileni yaşamışlardır. Çok azı bu zincirleri kırmayı başarabilmiştir. Çok azı özgürlüğü için mücadele edebilmiştir.
Özgürlüğümüz için mücadele eden biz proleter devrimci kadınların esas görevlerinden biri de ezilen, emekçi kadınları bilinçlendirmek, örgütlemek, harekete geçirmektir. Çünkü söz konusu kadınlar olunca mücadeleye katılmak için bile başta kendi içinde olmak üzere bir mücadele süreci başlamaktadır.
Çünkü “örgütlenin” demekle hemen örgütlenilemeyeceğini, “örgüt” kavramını duyduklarında nasıl da korkacaklarını kendi yaşamımızdan biliyoruz. “Örgüt”, “örgütlenme” kelimelerinin kadınlarda nasıl bir etki yarattığını/yaratacağını bir düşünelim… Çok uzağa gitmeye gerek yok. Kendi yaşamımıza kısa bir yolculuk yaptığımızda cevabını oralarda bulabiliriz. Örgütlenebilmek için nelerle mücadele ettiğimizi, nelerden vazgeçtiğimizi, neleri karşımıza aldığımızı düşünürsek bunun hiç de kolay olmadığını hatırlarız.
Evet, kadınlar örgütlenmekten başlarda çok korkarlar. Örgüt kelimesine mesafeli davranırlar… Bu yüzden de “örgütlenin” çağrıları hemen karşılık bulmaz… Oysa bu çağrının öncesinde anlatılanlar, bizim de yaşadığımız sorunlardır. Ve buna karşı birlikte hareket etmemiz gerektiğine dikkat çekilmektedir. Ancak işte yine de özellikle 12 Eylül sonrası estirilen devlet terörü, emekçi halk üzerinde öyle bir baskı ve sinmişlik yaratmıştır ki “örgüt” kelimesi dahi korkulacak, uzak durulacak bir şey halini almıştır. “Örgütlerle ilişkilenirseniz sonunuz böyle olur” mesajını vermek için devrimcileri zindanlara koyan, en vahşi işkencelerle katleden devlet, bu şekilde halka yıllarca gözdağı vermiştir. Bütün bu propagandaların etkisinde kalan emekçi halk da yapılanlar kendi hakları için bile olsa “örgüt” kelimesinden korkar hale gelmiştir.
Hele de söz konusu bir kadınsa, örgütten uzak durması zorunludur!. Çünkü onun zaten evin dışında bir dünyası olamaz! Ne yaşayacaksa evin içinde yaşamalıdır. Eğer sokağa çıkmaya başlarsa artık iflah olmaz!.. “Namus, töre, gelenek, görenek vb” denilerek kapatıldığı yaşamında daha ne olduğunu bilmediği örgütle arasına baştan bir mesafe konulmuştur.
Oysa gerçek anlamıyla düşündüğümüzde, hatta içine girdiğimizde örgütün hiç de korkacak bir şey olmadığını, hatta özgürlüğümüzü kazanmamız için gerekli olduğunu görürüz. En genel anlamıyla örgüt, “ortak bir amacı gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” demektir. İçine girdikçe bu tanım, yeni yeni tanımlarla çoğalır. Kısa, orta uzun vadeli amaçlarımız olabilir ama en nihayetinde ortak amacımız, kadınların özgürleşmesidir. Mücadelemizin boyutu arttıkça örgütlülüğümüzün boyutu da artar… Ve örgüt bizim için artık vazgeçilmez bir hale gelir.
“Örgütlenin” demek yeterli olmayacağına göre sorunu biraz daha somutlayalım. Kadınları nasıl örgütleyeceğiz?
Emekçi kadınlarla yürüttüğümüz çalışmalara bakalım. Onları ne kadar tanıyoruz? Sorunlarına ne kadar hakimiz? Yaşadıkları mahallede, çalıştıkları işyerindeki sorunları biliyor muyuz? Esas çelişkileri ne ve biz onlara bunu nasıl anlatacağız? Onları yaşadıkları sorunlarda kendi çözüm güçlerini nasıl göstereceğiz? Bütün bunlara dair bir politikamız var mı? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar, çalışmamızın da kapsamını belirleyecektir.
Hangi dilden, dinden, ırktan olursak olalım ezilen emekçi kadınlar olarak sorunlarımız ortaktır. Çünkü ortak acıların dili de ortak olur. Bizi birleştirecek olan da işte bu dildir. Bugün yaşanan krizin, yoksulluğun en ağır bedelini yine biz kadınlar ödüyoruz. Verdiğimiz onca emeğe rağmen yok sayılıyor, şiddete uğruyor, işten atılıyor, katlediliyoruz. Ancak bütün bu saldırıların karşısında sessiz de kalmıyoruz. İrili ufaklı yaşanan direnişlerin çoğunda kadınlar öncülük ediyor, dişiyle, tırnağıyla kazıyarak elde ettiği haklarını savunuyor, değişiyor değiştiriyor.
Yaşadığımız sorunları nasıl tanımladığımız, çözümü nerede aradığımız önemlidir. Hani bir sorunu anlayabilmek ve çözebilmek için onun içine girmek gerekir ya, öncülük misyonuna soyunan biz proleter devrimci kadınlar da kitleleri anlamak için onları tanımak, onların dilinden konuşabilmek ve yaşanan sorunlara çözüm üretebilmek zorundayız.
Sadece takvimsel günlerde, ya da herhangi bir saldırı olduğunda giderek onları örgütleyemeyiz. Bu sadece bize biraz sempati kazandırabilir fazlası değil. Sorunu hep birlikte yaşıyorsak onları da çözümün parçası haline getirmek, bunun araçlarını oluşturmak zorundayız. Bu konuda Mao yoldaşın dediği gibi başta gerçek öğretmenlerimizden, kitlelerden öğrenmeliyiz. Ve “örgütlenin” demekle örgütleyemediğimizi yıllardır sürdürdüğümüz pratiğimizden öğrendik…
Kadının bin yıllardır ezilmişliğinin de etkisiyle bu düzene çok güçlü bağlarla bağlı olduğunu unutmamalı, bu bağları bir çırpıda kıramayacağımızın ve uzun soluklu bir mücadelenin içinde olduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Kadın çalışması kendi içinde bir dizi zorluğu da barındırmaktadır. O yüzden kullanacağımız araç ve yöntemleri somut duruma uygun belirlemeliyiz. Sorunlara çözüm olabilmek, somut politika üretebilmeye bağlıdır. Bizim eksik kaldığımız temel meselelerden biri de budur. Çoğunlukla derdimizi anlatıyor, onlardan da anlamasını bekliyoruz. Hatta anladıklarını sanıp hemen harekete geçmelerini istiyoruz. Çağırdığımız yerlere bir iki gelip sonra gelmemeye başlayınca da başlıyoruz onları suçlamaya… Oysa tarihimiz olumlu olumsuz sayısız ders ve deneyimlerle doludur. Önemli olan bunlardan öğrenmesini bilebilmektir.
Alice Paul ve Lucy Burns’ün yaşam öyküsünü anlatan Demir Çeneli Melekler filminde geçen şu sahne, kitlelerin dilinden konuşmaya, onları mücadelenin sahibi yapmaya çarpıcı bir örnektir.
Alice ve Lucy, Amerika’da kadınlara oy hakkı için yapacakları yürüyüşe işçi kadınları da çağırmak için fabrika önünde bildiri dağıtıyorlar. Kadınlara neden oy hakkı verilmesi gerektiğini anlatıyorlar. Ancak işçi kadınlar bununla çok da ilgilenmiyor. Onlar kendi yaşamlarını doğrudan ilgilendiren ücretlerin artırılmasını soruyorlar. Alice Paul durumu hemen kavrayıp ajitasyonun içeriğini onlara uyarlayarak; “yangın merdiveni olmadığı için geçen ay bir fabrikada 146 kadın yanarak öldü. Yangın merdiveni yasal bir zorunluluk olmalı. Ve yasaları da seçilmişler belirliyor. Bir oy, yangın merdiveni demektir” diyor. Ve amacına da ulaşıyor… Kadın işçiler bildirileri onların elinden alıp “oy yangın merdiveni demek” diyerek bütün işçilere dağıtıyor. İşte kadınların yaşadıkları sorunların diliyle konuşmaya küçük bir örnek.
Emekçi kadınların örgütlenmesi, harekete geçirilmesi elbette özel bir yoğunlaşma ve örgütlenmeyi de gerektirmektedir. Sınıf mücadelesini güçlendirip büyütecek olan bu örgütlenmeler, kadınların daha fazla mücadeleye katılmalarını, daha fazla sorumluluk almalarını, daha fazla öncüleşmesini de getirecektir. Bunun için kadınların özgün örgütlenmeleri önemlidir.
Biz proleter devrimci kadınlar da öncülük misyonumuza uygun olarak yaşamın, mücadelenin olduğu her yerde kadınların sesi olmalı, onları kadının özgürlük mücadelesinin özneleri haline getirmeliyiz.
Clara Zetkin’in dediği gibi “Komünist kadınlar, nerede kadınlar acı çekiyor, nerede kadın hakları ve özgürlükleri için mücadele etmek zorunda kalıyorsa, bilgi meşalesi, irade ve eylem birliğiyle orada olmalıdırlar.”