KADERİNİ TAYİN HAKKI ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER
FAİK BULUT (Araştırmacı-yazar)
Genel Giriş:
Irak, İran, Türkiye ve Suriye’de Kürt meselesinin ortaya çıkışından bu yana sol kesimler arasında Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH), tartışılmaktadır. Esasen bu sorun, sadece Kürt haklarıyla sınırlı değildir. Tartışmalar, Kürtlerin varlığı ve silahlı yahut barışçıl mücadeleleriyle başlamamıştır. Öncesi ve sonrası da vardır. Yakın döneme bakarsak, şunları görebiliriz: Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşen süreçte birçok sömürge veya yarı sömürge ülke, şu yahut bu şekilde ulusal bağımsızlıklarını elde ettiler. Ulusal Kurtuluş Hareketleri, 1950’lerden başlayıp 1970’lerin sonuna kadar sömürgecilikten kurtulma mücadelesi verip haklarına kavuştular. O dönemde haklarını alamayan Ortadoğu’daki iki halktan biri Filistinliler, diğeri de Kürtler idi. Kürtler, 1946 yılında dönemin Sovyet yönetiminin desteğiyle Mehabad şehrinde özerk bir devlet ilan ettiler. Fakat çok geçmeden büyük devletlerin bölüşüm ve çıkar kavgalarının ya da uzlaşmalarının kurbanı oldular. Buna belli ölçüde Irak ve İran’daki Asurileri ve Nasturileri de ekleyebiliriz. İngiltere’nin “paralı askerleri ve hizmet erleri” olmaları karşılığında özerklik vaadinde bulunan İngilizler, onları, bölgedeki çıkarlarına feda ettiler. Konuya ilişkin bir çalışmam, Dar Üçgende Üç İsyan: Kürdistan’da Etkin Çatışmalar ismiyle Kor yayınlarında çıkacaktır.
1970’li yıllardaki en önemli gelişmelerden biri, Bangladeş’in Pakistan’dan bağımsız olmasıdır. Bu kurtuluş, önemli oranda Çin-Sovyet rekabeti ekseninde Sovyetler Birliğinin müttefiki sayılan Hindistan’ın askeri desteğiyle sağlanabildi. O tarihte Sovyetler Birliği’ne bağlı komünist partileri ve benzerleri, Bangladeş’in “kendi kaderini tayin etmesinin ana sütü kadar helal olduğunu” söylüyorlardı. Temel gerekçeleri şuydu: Bangladeş’in ayrılması, ABD’nin önemli müttefiki gerici Pakistan’a büyük bir darbe vurmuş; dünya sosyalist hareketinin konumunu güçlendirmiştir.” Buna karşılık Çin çizgisindeki hemen bütün partiler, “böyle bir ayrılmanın gerici nitelikte olduğunu; zira sosyal emperyalist olan Sovyetler Birliği’nin mevzilerini güçlendirdiğini ve onun hegemonya alanını genişlettiğini” ileri sürdüler. Çin-Sovyet ekseninde benzer bir tartışma Afrika’daki Portekiz sömürgelerinden olan Angola’nın bağımsızlığı hakkında yapılmıştı. O tarihte (1974) bağımsızlık için mücadele eden üç örgüt vardı: Angola’nın Bağımsızlığı için Halk Hareketi (MPLA-İşçi Partisi), Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNLA) ve União Nacional para a Independência Total de Angola (UNITA). Üç örgüt arasında iktidarı ele geçirme adına silahlı çatışmalar yaşanmıştı. Sağcı ve Batı destekli olan FNLA ve UNITA ise Huambo’da bağımsızlık açıklamasında bulunarak bir karşı hükümet kurmuşlardı. Bu üç grup kendi aralarında bir iç savaş başlatmışlardı. Sovyet-Küba destekli (MPLA), kısa süre içerisinde mücadeleden başarıyla çıkmıştı. ABD, Avrupa, ırkçı Güney Afrika yönetimi ve Çin’in de destekledikleri sağ milliyetçi UNITA örgütü, liderleri Jonas Savimbi’nin 2002’de ölümüne kadar mücadeleyi devam ettirmiş fakat beklenen sonucu alamamıştı.
Angola’ya aktif destek veren Sovyetler Birliği ve Küba, bağımsızlığı UKKTH çerçevesinde değerlendiriyor; Amerikan gericiliğini bölgeden çıkarmanın sosyalist ülkeler açısından büyük kazanım olduğunu ileri sürüyordu. Buna karşılık Çin ve onun çizgisini izleyen partiler, Angola’da sırtını Sovyet-Küba ikilisine dayayan ulusal bağımsızlıkçı hareketi (MPLA-İşçi Partisi) “gerici” diye tanımlıyor; bağımsızlığın UKKTH ölçütlerine uymadığını; tam tersine, “sosyal emperyalistlere yaradığını ve dolayısıyla yeniden Sovyet sömürgesi haline gelecek olan ülkedeki sol yönetime karşı ABD destekli sağcı silahlı ayaklanmacılara yardım etmenin daha iyi olacağını” iddia ediyorlardı.
İşin garip tarafı şudur: “Uluslar arası proletaryanın çıkarlarına ters olduğu” gerekçesiyle Bangladeş ile Angola’nın bağımsızlıklarına karşı çıkan Çin, sonradan her iki devleti tanıdı. İyi ilişkiler kurmanın ötesinde, oralarda ciddi ekonomik yatırımlar da yaptı. Bağlı olarak Çin çizgisindeki birtakım komünist partiler de tutum değiştirdiler. O zaman için güya UKKTH ölçütleri ve ilkelerine göre öne çıkardıkları itirazcı görüşlerinden vazgeçtiler.
Bizzat Bangladeş ve Angola örnekleri, esasında sol kesimler arasında güya “proletaryanın, emekçilerin genel ve küresel çıkarları” adı altında UKKTH ilkesinin ne denli keyfi ve göreceli olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Keyfilik ve çifte ölçütlülükten öte bir şeye daha rastlıyoruz: 1923-1929 yılları arasında günümüzde Karabağ diye bilinen Azerbaycan ile Ermenistan sınırı arasında kalan bölgede başkenti Laçin olan “Kızıl Kürdistan” özerk bölgesi kurulmuştu. Kızıl Kürdistan, o sırada gerçekten Leninist tezler ve Stalin’in Marksist açıdan irdeleyip formüle ettiği Milli Mesele ışığında gerçekleştirilmişti. Fakat dönemin Azerbaycan Bolşevik Partisi yetkilileri, “sosyalizmin veya uluslar arası emekçi hareketinin çıkarları” bahanesine sığınarak, daha doğrusu bu kisve altında Türkçülük yaparak Kürt özerk bölgesinin feshedilmesini sağladılar. Daha sonraları şöyle bir gelişme yaşandı: “Güvenlik bahanesi”yle Kızıl Kürdistan halkının, diğer etnik topluluklarla birlikte, Orta Asya Cumhuriyetleri’ne (Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan) sürgün edilip oralarda yerleştirildi.
Keza Türkiye Kürt hareketlerinin 1920’lerden itibaren silahlı başkaldırıları, Sovyetler Birliği’nin uluslar arası düzlemdeki çıkarları doğrultusunda karar veren KOMiNTERN ve ona bağlı komünist partileri (Türkiye’de TKP) tarafından “gerici, milliyetçi, bölücü ve emperyalizme hizmet eden isyanlar” olarak nitelendirildi. Kemalist ve Irak’taki çeşitli iktidarların bu başkaldırıları şiddetle bastırılmasına dolaylı ve dolaysız biçimde destek verildi. En azından milli burjuvazinin bu inkâr ve imha hareketlerine karşı çıkılmadı.
Irak’taki Kürt hareketinin önderi Molla Mustafa Barzani, 1946’daki yenilgiden sonra, kendince uzun bir yürüyüş yaparak Türkiye-Ermenistan sınırı üzerinden Sovyetler Birliği’ne sığındı. Stalin döneminde, esas olarak istihbarat şefi Beria ile yine dönemin Azerbaycan yetkililerinin marifetiyle, Orta Asya Cumhuriyetleri’ne mülteci olarak iskan edildiler. Ancak 500 kadar peşmerge bireysel veya küçük gruplara taksim edilip, birbirlerinden ayrı bölgelere yerleştirildiler. Önderleri Molla Mustafa Barzani’yle irtibatları tümüyle kopartıldı. 1958’de Irak’ta devrilen krallık rejiminden sonra Barzani, Sovyetler yönetiminin desteği ve yardımıyla Mısır üzerinden Irak’a yolcu edildi. Barzani hareketine Sovyet desteği (parasal ve siyasal), 1974 başlarına kadar sürdü.
Tarihi akışa dönersek, UKKTH meselesinin tartışıldığı düzlemlerde şu örneklerle karşılaşırız: 1970’lerde Cezayir’in desteğiyle hareket eden POLİSARİO Cephesi, Batı Sahra Çölü’ndeki halkı temsilen bağımsızlık için Fas krallığına karşı uzunca bir süre mücadele etti. Amaçlarının çoğunu gerçekleştirdi. Bu mesele, ilgili ülkelerin sosyalist ve komünist partilerince ele alınıp farklı biçimde yani lehte ve aleyhte tartışıldı. Keza Çin ile Sovyetler Birliği, zamana ve zemine göre, daha önemlisi birbirlerinin politikalarına bakarak itirazcı yahut onaycı tutumlar aldılar.
İspanya’da Bask bölgesi, 1979’da özerklik hakkı elde etti.
1990’ların başında Doğu Avrupa ve Rusya’da Sovyetik sistemin/yapının çöküşünden sonra Letonya, Estonya, Litvanya, Ukrayna, Çekya, Slovakya, Makedonya, Karadağ, Bosna Hersek, Hırvatistan, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan ve Orta Asya cumhuriyetleri bağımsız devlet oldular. Kosova ve Abhazya geniş özerklik kazandılar. Irak’ta Kürdistan bölgesi önce özerk, daha sonra federal bir yapıya kavuştu. 1916’dan çok önceleri bile İngiltere’den kurtulmak için bağımsızlık mücadelesi veren İrlanda, 1998’da özerklik anlaşması imzaladı. Anlaşma, 2000’lerin başında uygulandı.
1993’te ırkçı Apartheid yönetiminden kurtulan Güney Afrika siyahileri, Nelson Mandela’nın başkanı olduğu yepyeni bir devlet sistemi kurdular. Bağımsızlıkçı siyahî hareketin (ANC) başarıya kavuşmasından Batılı ülkelerin, özellikle ABD ile İngiltere’nin dönemin ırkçı yönetimine sürekli baskı yapmalarının da büyük bir rolü vardı.
Aynı tarihte, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin, ağırlıklı biçimde Amerika’nın arabuluculuğu ve baskısı sonucu Oslo Çerçeve Anlaşması imzaladılar. Arafat, bu olaydan çok önce ABD’nin farklı Arap ülkelerindeki temsilcileriyle gizlice buluşup uzlaşmıştı. Batı’nın ayrımcı ve ırkçı tezlerinden sayılan oryantalizm konusunda eleştirel yazılarıyla ünlenen Filistinli akademisyen Edward Said, Arafat’ı, “bütün yumurtalarını Amerikan terazisine koyma; ABD yönetimine aşırı güvenme, aldatılırsın!” diye uyarmasına rağmen Arafat, bildiğini okudu.
Hatırladığım kadarıyla, o tarihlerde, sol akımlar, “bağımsızlık ve özgürlük yürüyüşü sırasında” Batılı devletlerin desteğini alan hem Mandela ve ANC, hem de Arafat ile FKÖ hakkında “emperyalistlerin sayesinde ve onlarla iş tutarak ulusların kaderini tayin hakkı olur mu” tarzında ciddi bir itirazda bulunmuyorlardı. Dedikleri, şöyle özetlenebilir: “Mücadele eden bir halk adına biz karar veremeyiz; iradesine müdahale etmeyiz. Tercihine saygı duyarız…”
2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle başlayan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan halk ayaklanmalarına paralel olarak gelişen yabancı askeri müdahaleler sonucunda bazı özerk etnik yapılar haklarını alma konusunda ısrar etmeye başladılar. Kuzey Afrika’da (Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus ve Libya) Berberi/Amazagi isimli etnik topluluk en göze çarpanıdır. Mısır’da, ülkenin en otokton halkı sayılan Nubiler arasında bu yönde bir hareketlenme yaşandı. Sudan’da ise 2011 yılındaki bir referanduma dayanarak halkının çoğunluğu Hıristiyan olan güneyde bağımsız bir devlet kurulup ilan edildi.
Türkiye’de yaklaşık 40 yıldır elde silah çatışan PKK ile onun siyasi izdüşümleri sayılan HEP, DEP, HADEP, DTP, BDP ve HDP’nin inişli çıkışlı faaliyetleri de “Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkı” ekseninde sağ ve sol kesimlerde uzun tartışmalar yaşanmıştır. BDP ve HDP’nin siyaseten ortaya attıkları Türkiye’nin geneli ve bu arada Kürtler için “özerklik” talebi meselesi, tartışmaları uç noktalara taşımıştır. Zaten Kürt deyince aklına “bölücülük” geliveren milliyetçi-mukaddesatçı yani Türkçü-İslamcı çevreler, Kürt halkının demokratik talebini “ayrılma, vatanı bölme ve bir Kürt Devleti kurma” şeklinde algılamaktalar. AKP, MHP ve CHP’nin milliyetçi duyguları okşamaları, bu algıyı daha beter hale getirmiştir. AKP iktidarının “Kürt Çözümü”, MHP ve CHP tarafından “bölücülüğe hizmet” diye sunulunca, ortalık iyice karışmış; bu tartışma, ulusalcı sol veya sosyalist kesimlere de yansımıştır. Özellikle Doğu Perinçek’in Vatan Partisi ile TKP-Sol Haber Portalı çevresi, ABD ile iş tutan Kürtlerin taleplerini, “emperyalizme hizmet” olarak niteleyip, alabildiğine eleştiride bulunmuşlardır. Deyim yerindeyse, Kürt özgürlük ve siyasi hareketine veryansın ediyorlar. Tipik örnekleri Doğu Perinçek, M. Bedri Gültekin, Bayram Yurtçiçek (Aydınlık gazetesi) ve İlker Belek’in (Sol Haber Portalı) yazılarında görülebilir.
PYD, 2011’de Suriye’deki iç savaşta üçüncü bir yolu tercih ederek kanton sistemi temelinde fiili özerk bölgeler kurmuştur. Daha sonra kendisiyle ittifak yapan Suriyeli farklı inanç, etnik kümeler ve siyasi çevreleriyle birlikte Kuzey Suriye Federasyonu’nun kurduğunu açıklamıştır. Bu gelişmeler, bir yandan Türkiye’deki egemen sınıfları, özellikle AKP ve destekçisi MHP, onlardan geri kalmayan CHP ve Vatan Partisi tarafından “Türkiye’nin varlığını ve bekasını tehdit eden bağımsız bir Kürt devleti kurma girişimi” olarak algılanıp kamuoyuna öyle sunulmuş; diğer yandan sol kesimde “ABD ve emperyalistlerle iş tutularak, UKKTH olur mu? Bu, emekçilerin aleyhine bir gelişmedir. Gericiliğe hizmettir” türünden tartışmalara yol açmıştır. Vatan Partisi-Aydınlık çevresi, teoriyi günlük ve hatta eyyamcı politikalara, geçici jeopolitik oyunlara kurban ederek artık sosyalist olmaktan çıkmış; her ikisi de Kürt karşıtı olan milliyetçilik ve Atatürkçülük konusunda MHP ile CHP’den daha aşırı adımlar atmış; bu haliyle “emekli generaller, emektar özel harekâtçı, emniyetçi ve milliyetçilerin” fikirsel ve siyasal karargâhı haline gelmiştir. Parti’nin Genel Başkanı Doğu Perinçek’in “TSK’nin Suriye, Irak ve Türkiye’deki Kürt hareketinin silah zoruyla bastırılması”nda çok ısrarlı ve teşvikçi olması boşuna değildir. Aynı Perinçek, bununla yetinmeyip İran ile Suriye yetkililerini ziyaret etmek suretiyle, her iki ülke yöneticilerini, sözde anti-emperyalist sayılan AKP’nin baş sorumlularıyla buluşturma: üç devletin Kürtleri ezme ve haklarını tümüyle ortadan kaldırma temelinde güç birliğini sağlama gayretindedir.
Bu kesmemiş olacak ki, Vatan Partisi ile Perinçek, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkenti Beijing’de (Pekin) düzenlenen “Çin Komünist Partisi ve Dünya Siyasi Partileri Yüksek Düzey İstişare Toplantısı” na davetli sıfatıyla katılan Vatan Partisi ve Perinçek, dünya siyasetine yön veren Çin Halk Cumhuriyeti yetkililerine Beijing’de seslenmiş: ‘Kürdistan girişimi, İpek Yolu’nu keser!’ Oturumda konuşan Perinçek, Dışilişkiler Bakan Yardımcısı Li Jun ve diğer Çinli yetkililere hitaben şu soruyu yöneltmiş: ‘Çinli yoldaşlara ‘Bir Kuşak Bir Yol İnisiyatifi’ konusunda tek bir soru sormakla yetineceğim. Çin Komünist Partisi ve Çin Halk Cumhuriyeti yöneticilerinin, ABD’nin Kürdistan girişimi konusunda bir analizi ve duruşu var mı? Bu soru önemlidir, çünkü aslında İkinci İsrail projesi olan Batı Asya’daki Kürdistan girişimi, İpek Yolu’nu keser. Batı Asya Devletleri Suriye, Irak, İran, Türkiye ve aynı zamanda Rusya birleştiler. Ve silah arkadaşı oldular. Çin’in ABD’nin Kürdistan projesi konusundaki tavrı nedir?” (Aydınlık gazetesi, 3 Aralık 2017)
Biliniyor: Dünya ölçeğinde süper bir devlet olma yolunda hızlı adımlar atan Çin’in, bu amaçla hayata geçirmeye başladığı Yeni İpek Yolu Projesi’nin simgesel adı, Bir Yol Bir Kuşaktır. Anadolu, Mezopotamya ve İran’dan başlayıp Orta Asya ülkelerinden geçerek Çin’e ulaşacak olan demiryolu ağıdır. Yetmiyor, Deniz İpek Yolu ismiyle bir proje daha gerçekleştirilecektir. Burada sormak lazım: Çin’in dünya ölçeğinde devasa bir ülke olmasının, ileride ABD ve Rusya ile egemenlik/hegemonya mücadelesine girmesinin, “dünya emekçilerinin çıkarlarıyla” ne ilgisi bulunuyor ki, Perinçek, Kürdistan’da bağımsız bir devlet veya özerk bir yönetim kurmanın, Çin’in İpek Yolu Projesi’ne zarar vereceğinden dem vuruyor. Çinli “yoldaşlarından”, Kürdistan karşıtı bir tutum alarak derhal harekete geçmesini istiyor. Yoksa bundan Üç yıl kadar önce Çin’i ziyaret eden HPD heyetinin sıcak bir şekilde üst düzeyde karşılanması, Perinçek ve partisini rahatsız mı etmiştir?
Kürdistan veya muhtemel bir Kürt devletinin “ikinci bir İsrail olacağı” yolundaki slogan, sadece Perinçek ile çevresinin yüksek sesle ortaya attıkları bir anahtar sözcük değildir. Genelde bu kanaat, birçok sol ve sosyalist kesimde yaygındır. Oysa bu şiar, esas olarak Kürtlere hayat hakkı tanımayan ve kimyasal silahlarla soykırım uygulayan Irak Baas Partisi’nin, kendi katliamlarını ve inkârcılığını haklı çıkarmak için kamuoyunu aldatmaya yönelik bir söylemdi. Tarihi 1960’lara kadar uzanır. Daha sonra Suriye Baas Partisi, bu söylemi devraldı. Arap Kuşağı Projesi çerçevesinde, güneyde yaşayan Arap aşiretlerini getirip Rojava’daki Kürt yerleşim yerlerine yerleştirdi; el konulan Kürt arazilerinin bir bölümü bu aşiretlere dağıttı. Bu ve diğer siyasal nedenlerle başını kaldıran her Kürt hareketini bastırmak için bu sloganı sürekli kullandı. “Kürdistan İkinci İsrail’dir” iddiası, iki bakımdan tarihi gerçeklere ters düşüyor ve altı boş bir söylemdir. 1) Kürtler binlerce yıldan beri kendi topraklarından başka yerlere gitmediler. Kimsenin toprağını işgal etmediler. Bütün istedikleri, kendi yurtlarında kendi belirleyecekleri bir yönetim aracılığıyla öz yaşamlarını sürdürmektir. Oysa Yahudiler, MS 70 yılından Romalılar tarafından dünyanın dört bir yanına dağılmış oldular. Hoş, Yahudilerin sürgüne gönderildikleri tezi, kimi Arap tarihçileri tarafından geçersiz sayılıyor. Buna ilişkin birçok kanıt ileri sürülüyor. Ancak şimdi, bu konuyu irdelemenin sırası değil. Sürgünde yaşayan, özellikle Doğu Avrupa, Rusya ve daha sonra Batı Avrupa ülkelerinde bulunan Yahudilerin Filistin’e gelme tarihleri 1900’lerde başlar; Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yıllarına giderek artar. Filistin’e Yahudi göçü, özellikle İngiltere’nin desteği ve yardımı sayesinde gerçekleşmiştir. Demek ki, Yahudiler, 2500 yıl önce yaşadıkları şimdiki Filistin topraklarına tekrar döndüklerinde oranın yerli halkının (Filistinlilerin) yurdunu ve yuvasını işgal etmişlerdi. Kendilerine sömürgeci bir yurt edinmek uğruna Filistinlilerin evlerini yıkmış, topraklarını gasp etmiş ve direnenleri ya katletmiş (mesela Der Yasin katliamı gibi) yahut sürgüne göndermiş oluyorlardı. 2) Filistinliler, emperyalizmin bölgedeki vurucu gücü ve ileri karakolu sayılan Siyonist İsrail Devleti’ne karşı haklarını geri almak için mücadele ediyorlar. Peki, Kürtlerin yaşadıkları ülkelerdeki sistem ve iktidarlar, dünya emekçilerinin çıkarlarını gözeten sosyalist sistemler mi kurmuşlar? Hayır! Tersine; Türkiye’deki iktidarlar NATO’ya üyeliği ve ABD ili ikili anlaşmaları onaylamışlar. AB üyeliğine adaylar. Malatya Kürecik bölgesinde kurulan radar sistemleri İran ve Rusya’yı gözetlemek; gelen bilgileri NATO ile İsrail’e bildirmek içindir. Türkiye, İsrail ile bölge çapında stratejik ilişkiler kurmuştur. Suriye, iç savaştan önce Türkiye ile çok yakın ilişki içindeydi; Türkiye aracılığıyla Avrupa Birliği’ne üye olmayı hedefliyordu. İran, Şah dönemi İran yönetimi, bölgenin en gerici ve militarist güçlerine hükmediyordu. Şah’ın devrilmesinden sonra kurulan İran İslamcı yönetimi, ABD dışındaki tüm emperyalist ve kapitalist devletlerle her alanda ilişki geliştirmişti. Saddam Hüseyin zamanında Irak, sırtını ABD ve Körfez’deki gerici petro-dolar şeyhliklerine vermek suretiyle İran’a karşı (1980-88) savaş açmış; Irak Kürtlerini destekleyen İran’dan intikam almak için kimyasal bombalarla (mesele meşhur Enfal operasyonları ve Halepçe Katliamı) Kürdistan’ı tarumar etmişti. 2003 yılından itibaren ABD tarafından işgal edilen Irak’ta kurulan Saddam sonrası hükümetler, hem İran hem de Amerikan yönetimiyle ileri derecede işbirliği yapmaya devam ediyorlar. Demek ki “ikinci İsrail” aranacaksa, bunu Kürdistan’da değil, sözgelimi Irak ile Türkiye özelinde aramak gerekmektedir. Zira her iki yönetim, İsrail’in bölgedeki işlevlerini yerine getirmek konusunda hiç de İsrail’den geri kalmış olmuyorlar. Son birkaç yılda Türkiye ve Irak’ta yaşanan geçici değişim ve dönüşümler (Suriye-ABD karşıtlığı, Türkiye-ABD arasında PYD yüzünden ve başka nedenlerle baş gösteren soğukluk, Irak yönetiminin İran’a daha yakın olması ama aynı zamanda ABD ile bağlantılarını sağlama alması gibi) kalıcı yani stratejik olmaktan uzaktır. Taktiksel tutumlardır ve günün gereğine göre güdülen siyasetlerin bir parçasıdır.
Bu noktada sormak gerekir: Aynı zamanda İran’dan büyük destek gören Şii partiler, Saddam’ın devrilmesi için ABD ile iş tuttular. İşgalden sonra koalisyon hükümetleri kurdular. Türkiye’deki kimi sol ve ulusalcı/milliyetçi kesimler, bu Şii partileri ve yönetimleri, “Amerika ile iş tutan işbirlikçiler” diye suçlamadılar. Buna karşılık Şiilerle aynı siyasi tutumları alıp aynı iktidarlarda yer alan Iraklı Kürt partilerini, “ABD işbirlikçisi” diye itham ediyorlar. Bu nasıl çelişkili bir tutumdur?
Bu ara açıklamadan sonra, referandum meselesine girebiliriz. KDP lideri ve Irak Kürdistan Federal Yönetimi (IKFY) Başkanı Mesud Barzani, Eylül sonlarında olası bir Kürt devletinin varlığı için “referandum” yapması, hem Türkiye, İran, Irak ve Suriye iktidarlarını hem de ulusalcı/Kemalist solu adeta seferber ederek aynı mevzide yer almalarına yol açtı. Solcular, bir halkın kendi kaderini tayin hakkı meselesini bir defa değil, defalarca gündemlerine alıp tartışmaya koyuldular. Bu tartışmalar bitmiş değil; bitecek gibi de görünmüyor.
O halde, bir halkın kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) veya kısaca “kendi geleceğini belirme” kavramını iyice anlayabilmek için, tarihi bilgileri tekrar okumak, geçmişin derslerinden yeni çıkarsamalar yapmak durumundayız.
Kaderini Tayin Hakkı’nın Tarihçesi
Kaderini Tayin Hakkı (KTH) kavramının içeriğini ve özünü daha iyi kavrayabilmek için, geçmişten bugüne gelişen süreçler ve farklı tarihi dönemeçlerde bu kavramın nasıl anlaşıldığını ve hangi zeminlerde değiştiğini okumakta yarar var.
Soru şudur: Kaderini Tayin Hakkı, ne zamandan beri gündemdedir? Doğrusu, buna verilen yanıtlar kişi ve siyasi bakış açısına göre değişiklik gösteriyor.
“Milletlerin kendi kaderleri hakkında karar verme düşüncesi, Fransız devrimi günlerine kadar uzar. Paris’teki anayasal meclis, Mayıs 1790 tarihinde bir kararnameyle, insanlığın bir kurum oluşturduğunu ve bu kurumda halkın ve aynı zamanda devletin bazı tabii haklardan faydalandığını belirtir. Bu münasebetle ‘Les droits des peuples’ tezi Avrupa’da sadece politik gündemde stabilize oldu.” (Ian Browline, An Essay in the History of the principle of Self-Determination, Grotian Society Papers, 1968, The Hafie, s. 92’den aktaran İsveçli Prof. Ove Bring, “Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda Devletlerarası Hukuk ve Halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı” başlıklı yazı. Serbestî dergisinden olduğu gibi aktaran Rûpela Nû sitesi, 4 Ağustos 2017)
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku (Milletlerarası Hukuk) Ana Bilim Dalı’na sunulan bir yüksek lisans tezindeki ilgili bölüm, üstteki tespite benzeyen ama daha ayrıntılı bir yorumla onu destekleyen bir görüşe yer veriyor: “Kendi geleceğini belirleme ilkesinin ortaya çıkışı, esas olarak Avrupa sosyal uyanış döneminde olmuştur. İlkenin billurlaşmasında Fransız devrimi büyük bir öneme sahiptir. 1789 yılındaki devrim, Aydınlanma çağı düşünürleri, devrimden yaklaşık 50 yıl öncesinde o dönemin düşünürlerinden ve ortaya koydukları fikirlerden etkilenmiş hatta beslenmiştir. Bu devrimi besleyen temel düşünce, toplum sözleşmesinden esinlenmiştir. Toplum sözleşmesi ise halk egemenliği ilkesine dayanmaktadır. Rousseau’nun açıkça ortaya koyduğu halk egemenliği kavramı, modern devleti demokratik bir nitelikle donatır. Devleti halktan türetmekle yetinmeyip halkla özdeşleştirir. Artık egemen olan halktır. Toplum sözleşmesi kurgusuyla yaratılan siyasal yapı, ‘Devlet benim’ anlayışı yerine, ‘Devlet biziz’ anlayışı temeli üzerine yükselir. Toplum sözleşmesinin esas içeriğini genel irade oluşturur. Genel irade; özgür bireylerin bir araya gelerek tek bir beden oluşturması, böylece tek bir iradenin var olması sağlanır. Bu irade ise bütünün korunmasına ve genel gönencin sağlanmasına yöneliktir. Fransız düşünür Rousseau’nun doğru devletinde genel irade yurttaşların, dolayısıyla yurttaşları içeren halkın iradesidir. Sözleşmeyle yaratılan ortak güç (devleti) ortak iyiliğe doğru yönlendirmek genel iradenin işidir. Egemenlik genel iradenin uygulanması demektir. Fransa’da devrim ile birlikte ilan edilen Ulusal Meclis, 26 Ağustos 1789 tarihinde, salt negatif haklara yer veren, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini kabul etti. Fransız devrimi ve yayınlanan bildiri, Amerikan Bağımsızlığından etkilenmiştir. İnsan ve Yurttaş Hakları bildirisi giriş kısmı ile 17 maddeden oluşmaktaydı. Halka ait olan egemenlik 3. maddede şu şekilde düzenlenmiştir: Madde 3 ‘Her egemenliğin ilkesi, öz olarak ulusun içindedir. Hiçbir kurum, hiçbir kişi açıkça ulustan kaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz.’ 1789 Fransız Devrimini besleyen temel düşünce, bireylerin eşitliği ve yöneten ile yönetilen arasında var olduğuna inanılan sosyal sözleşmedir. Fransa’da kendi geleceğini belirleme ilkesi (KGBİ), resmi olarak ilk defa 15 Şubat 1793 tarihli Fransız Anayasasının 13. Bölümün 2.maddesinde sınırlı bir biçimde yer almıştır. Buna göre KGBİ, sadece devletlerin sınır değişikliklerinde uygulanmakta olup ne sömürge yönetimi altındaki halklara ne de etnik, dini veya azınlıklara tanınmaktaydı. Fransızlar devrim sonrasında ele geçirilen Avignon, Savay ve Nice şehirlerinde, ilgili halkın rızası olmaksızın, herhangi bir değişimin gerçekleşmemesini dünyaya göstermek üzere referandumlar düzenlediler. Adı geçen anayasada ayrıca halkın kendi yöneticilerini seçme hakkı da düzenlememiştir. Buna rağmen Fransız devriminin kendi geleceğini belirleme hakkı konusundaki yaklaşımı küçümsenmemesi gerekmektedir. İlkenin Fransa’da despotik rejimin demokratikleşmesinde önemli etkisi olmuştur. Öte yandan ulusların kendi statülerini özgürce belirlemesine izin vererek, siyasi bir önerme olarak diğer ülkelere yayılıp uluslararası toplumun gelişmesinde önemli rol oynamıştır.” (Ali Hüseyin Ali, Uluslararası Hukukta Kendi Geleceğini Belirleme/Self-Determination Hakkı, s. 6-8, yıl 2013, Ankara. Ayrıca bakınız; Mehmet Ali Ağaoğulları, Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenliği, İmge Kitapevi Yayınları, s. 99 ve 216-217, yıl 2010, Ankara; Fatma Taşdemir, Yeni Dünya Düzeninde Self Determinasyon-Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi-, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 4; yıl 1999, Ankara; Mustafa Şahin, Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, s. 9, yıl 2000, Ankara.)
Tarih yazarı Ayşe Hür, yukarıdakinden farklı bir tarih veriyor: “Self determinasyon hakkı’ ya da Türkçeye geçtiği şekliyle ulusların ‘kendi kaderini tayin hakkı’ ilk kez, o güne dek Britanya Krallığı’na bağlı olan 13 koloninin duruşunu özetleyen 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde şöyle yer almıştı: ‘Bir ulus, kendini bir başka ulusa bağlayan siyasal bağları koparma, doğa yasalarının ve Tanrı’nın, o ulusa dünya devletleri arasında bahşettiği bağımsız ve eşit yeri alma gereği duyabilir. Biz şu gerçekleri aşikâr olarak kabul ediyoruz ki; bütün insanlar eşit olarak yaratılmışlardır ve Yaratıcı tarafından terk edilmez haklarla bezenmişlerdir. Bunların başında ise, yaşam, özgürlük ve mutluluğu takip etme hakkı gelmektedir. İşte bu hakları garantiye almak için insanlar arasından meşru güçlerini idare edilenlerin rızasından alan hükümetler oluşturulmuştur. İşte ne zaman herhangi bir yönetim bu amaçları tahribe yönelirse, insanların hakkı ya o yönetimi değiştirmek ya da bu ilkeleri benimseyecek yeni bir idareye yol açmak için onu ortadan kaldırmaktır.” (Ayşe Hür, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Kürtler” başlıklı yazı, Radikal gazetesi, 15 Eylül 2013)
Akademisyen Fikret Başkaya, bu tarihi, daha eski dönemlere götürebiliyor: “Ulusların kendi kaderini tayın etmesi meselesi ilk defa ABD başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın son günlerinde (8 Ocak 1918) ortaya atıldı. ‘Wilson Prensipleri’ olarak biliniyor. Oysa ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar, haksızlığa maruz kaldıkları ilk günden beri ve hiç bir zaman bu durumu kabullenmediler… Bu yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların, devrimlerin de tarihidir.” (Fikret Başkaya, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etmesi Üzerine Kısa Bir Not” başlıklı makale, Eylül 2017.)
Ayşe Hür’e göre; “Günümüzün ulus-devlet sistemi, Avrupa’yı asırlarca esir alan din ve mezhep savaşlarına son veren 1648 Westphalia (Vestfalya) Antlaşması’yla başlayan çok uzun bir sürecin ürünüdür.” (Hür, adı geçen yazı).
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku (Milletler Hukuku) Ana Bilim Dalı’na konuya ilişkin tezsini sunan Ali Hüseyin Ali’nin kimi tespitlerine yukarıda yer vermiştik. Bu noktada ise A. Hüseyin Ali, hem A. Hür hem de F. Başkaya’nın tespitleriyle belli ölçüde benzerlik gösteren bir sunuş yapıyor. İzleyelim: “Bugün gelmiş bulunduğumuz aşamaya kadar insanoğlu, neredeyse tarihin her döneminde, temel hakları için mücadele vermiştir. Söz konusu mücadele temel olarak devlet yetkisini kullanan veya yönetimi elinde bulunduranlara karşı verilmiştir. İktidarı elinde bulunduranlar her dönem için kendine özgü şartlar, anlayış ve düşünce tarzları çerçevesinde iktidarın kaynağını açıklamaya çalışmışlardır. Ortaçağın sonlarına gelindiğinde aydınlanma ile birlikte ve büyük çapta yaşanan din savaşlarının getirdiği yıkımın ardından iktidarların meşruiyet zemininde değişiklikler meydana geldi. Artık iktidar dini temellerden çok devletin ülkesi üzerinde yaşayan insanlara, başka bir anlatımla, topluma dayandırılmaya başlandı. Bu aşamadan sonra yönetimlerin toplumun iradesine dayanması, halk tarafından seçilmesi ve denetlenmesi fikirlerine kendi geleceğini belirleme hakkı (self-determinasyon) kaynaklık etmiştir. Artık halk, iktidarın kaynağı ve belirleyicisi konumuna gelmiştir. Amerika’nın bağımsızlığı ile Fransız Devrimi, söz konusu hakkın hızla gelişmesine ve evrenselleşmesine katkı sağladılar.” (Ali Hüseyin Ali, Uluslar arası Hukukta Kendi Geleceğini Belirleme (Self-Determination) Hakkı, 2013, Ankara)
Okumayı sürdürelim: “Kendi geleceğini belirleme ilkesinin kökeni bazı yazarlarca Aristo’ya kadar götürülmesine karşın ilkenin ortaya çıkışı, Aydınlanma çağına denk gelmektedir. Kendi geleceğini belirleme (self-determination) kuralının, Avrupa’da devlet egemenliği kaynağının kral veya dinsel otoriteler yerine, kendi topraklarında (ülkesi içerisinde) yaşayan insanlara, bir başka anlatımla özgür bireylerin oluşturdukları topluma (halka) dayandırılmaya başlanmasıyla ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Kendi Geleceğini Belirleme İlkesi (KGBİ), ilk olarak Avrupa’da kendi mezhebini belirleme hakkı olarak kendini kabul ettirmiştir. 1555 Augsburg Antlaşması, Alman tebaaya (uyruğa), bulunduğu bölgedeki mezhebe girmeyi kabul etmeyenlere kendi mezheplerinden olanların yaşadıkları bölgeye göç etme izni ve zorunluluğu getirmekteydi. 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesi kendi geleceğini belirlemenin ilk kullanımı olarak tarihe geçmiştir.” (Mehmet Akif Kütükçü, “Uluslararası Hukukta Self Determinasyon Hakkı ve Türk Cumhuriyetleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 12, yıl 2004, s. 260; İlyas Doğan, “Kendi Geleceğini Belirleme İlkesi” Kamu Hukuku Arşivi, yıl 9, sayı 1-62, Mart 2006, s.1’den alıntılayan A. Hüseyin Ali, adı geçen yazı, s. 4)
Benzerliğin bulunduğu bir tespit ise şöyledir: “1648 tarihinde Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasında imzalanan Westphalia Antlaşması, Avrupa ulus devletlerinin temeli olarak görülmekte ve bu tarih itibariyle, özelikle egemenlik kaynağında pür dini esaslara dayanılmaması ve ulusallaşma, devlet yapısında değişiklikler meydana gelmiştir. Ayrıca mezhep savaşlarını bitiren Westphalia Antlaşması, KGBİ’nin insanların kendi mezheplerini serbestçe belirleme hakkı olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. KGBİ Uluslararası Hukukta zaman zaman savaşların sonrasında değişen ve el değiştiren ülke sınırlarında (topraklarında) bulunan halkın plebisit (Halk oylaması) yoluyla iradesine başvurulması olarak da algılanmıştır. Bu durumda belli bir bölge halkından hangi devlet egemenliğini tercih ettiklerini belirlemeleri istenmiştir. Bazı devletlerarası antlaşmalarda el değiştiren bölgede yaşayanların belirli bir sürede tercih ettikleri devlet topraklarına göç etmeleri hakkı tanınmıştır. 1697 ve 1713 Utrecht Antlaşmalarında belli bir gruba, mallarıyla birlikte tercih ettikleri devlete göç etmeleri düzenlenmiştir. Genellikle plebisitler güçlü devletlerin baskısı atlında ve bu devletlerin lehine sonuçlanmıştır. Bazen devletler savaşa girmekten kaçındıkları için, uyuşmazlıklar bölgesinde halkın iradesine başvurmayı çözüm olarak öngörmüşlerdir, böylece kendi geleceğini belirleme ile bağlantılı olarak plebisit bir diplomatik yol gibi de kullanılmıştır. (Mustafa Şahin, Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2000, s. 8; Cumhur Yüce, Uluslararası Hukukta Self-Determinasyon ve Günümüz Uygulamaları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Trabzon, Kasım 2008, s. 4; İlyas Doğan, yukarıda adı geçen yazı, s. 2’den aktaran Ali Hüseyin Ali, adı anılan makale, s. 5-6)
Amerikan halkı, kendisi açısından sömürgeci bir dış yönetim sayılan İngiltere’ye karşı harekete geçti. Bu yönetimi artık kabul etmeyeceğini; bundan böyle kendi geleceğine kendisinin karar vermesi gerektiğini vurguladı. Bağımsızlık bildirgesinde mealen (yaklaşık) şöyle bir ibareye yer verilmişti: “Halk tarafından yaratılan (oluşmasına, kurulmasına karar veren) bu hükümet, sadece kendisine verilen/tanınan hakları/yetkileri kullanır. İnsanlar, kendisinden asla esirgenmeyecek olan (doğuştan gelen ve toplumca benimsenen) haklara sahiptirler. Böylece Amerika’da yaşayanlar, kendi kaderini eline alıp bağımsızlık ilan eden ilk sömürge halkı sayılırlar. Bu çıkış, 20 yüzyıldaki Latin Amerika, Asya ve Afrika’da sömürge konumunda bulunan halklarının önünü açan bir yol olmuştur. (A. H. Ali, agy.)
15 yıl süren Napolyon savaşlarından sonra, Büyük devletler, 1815 Viyana Kongresi’nden sonra, KKTH’den çok, ‘toprak bütünlüğüne saygı’ (uti possidetis juris) ilkesine önem verdiler. Yani esasında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına önem vermediler, bu ilkeyi ilerletecek herhangi bir faaliyet göstermediler. Bu konuda iki istisnadan söz edilebilir: İngiltere, Fransa ve Rusya, Türkiye’nin Yunanistan’dan vazgeçmesini istediler. Böylece, 1830 Londra Konferansı’nda Yunanistan ile Belçika bağımsız birer devlet olmaları kararlaştırıldı. (Ove Bring, adı geçen yazı.)
Tüm Avrupa’yı sarsan 1848 devrimleri sırasında Alman, İtalyan, Macar ve Polonyalılar arasında milliyetçilik akımları gelişip güçlendi ve giderek kapsamlı sonuçlara ulaştı. Kendi kaderini tayin hakkı kuralı, bu tarihten sonra, milli devlet birliği doktriniyle iç içe yürümüş oldu. Moldavyen ve Valakyen beyliklerinde yaşayan halkların istemleri göz önünde tutularak 1856 Paris Barış Anlaşmasıyla (Kırım savaşından sonra), günümüz Romanya’sının temeli atıldı. Ancak ilk olarak 1873 Berlin Kongresinde Romanya’nın bağımsızlığı resmen kabul edildi. Bu tarihten itibaren, UKKTH, kendini etnik ya da dilsel açıdan diğerlerinden farklı gören ‘milli’ toplulukların en önemli meşruiyet kaynağı olmaya başladı. Bundan böyle, kendi kaderini tayin hakkı prensibi politik süreçte rolünü oynadı; 1861’de İtalya’nın birliği ve 10 yıl sonra da Alman Krallığının temeli atıldı. Prensipler, aynı zamanda da Aland Adaları’nın (Güneybatı Finlandiya’da Ahvenanmaa Özerk Bölgesi’ni oluşturan takımadalar) tarihlerinde büyük rol oynadı 1917-1921 (Bakınız A. Hür, adı geçen yazı; Johannees Eriksson & Wilhelm Virgin Ilandefnger, 1917-1921, Stockholm 1961, s. 2934’den aktaran Ove Bring, adı geçen yazı.)
Sosyalist Önderlere Göre Kaderini Tayin Hakkı
Kendi kaderini Tayin Etme Hakkı prensibi, sadece burjuva milliyetçiliğinin bir ürünü değildir. 1913’te Josef Stalin “Marksizm ve Milli Mesele” adlı bir broşür yayımladı. “Ulus” kavramından hareket eden Stalin, olayı bir kültür tarihi olarak görüyor ve Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın, bir ulusa, Ana devletten otonomi veya tam ayrılma hakkı verdiğini savunuyordu. (Ove Bring, adı geçen yazı)
1914’te Halkların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı ünlü makalesini yayımlayan Sovyet Rusya’nın lideri Lenin bu konuda önemli bir açılım getirdi. 1917 Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından Lenin ve Stalin’in imzasını taşıyan ve “Rusya Müslümanları, Volga ve Kırım Tatarları, Sibirya ve Türkistan Kırgızları ve Sartları, Kafkas Ötesi’nin Türk ve Tatarları, Çeçenler ve Kafkas dağlıları, sizler!.. Camileri ve ibadethaneleri yıktırılmış, inanışları ve gelenekleri Çarlar ve Rusya’nın baskıcıları tarafından ayaklar altına alınmış olan sizler!.. Farisiler, Türkler, Araplar, Hintliler!…” diye devam eden ünlü çağrı, yüzyıllardır cahilliğe, yoksulluğa, baskıya, zorbalığa ve sömürüye mahkum edilmiş Doğu halklarına ilaç gibi geldi.” (A. Hür, adı geçen yazı.)
Aynı prensiplere, 1917 “Rusya’da Ulusların Hakları Bildirgesi’nde ve 1918’de yayımlanan Rus Anayasası’nda da tekrar rastlanır. Rusya’da Rus olmayan uluslar arasında milli bir devrim başladı. Finlandiya 1917’de bağımsızlığını ilân etti. Bunu, 1918 yılında Estonya, Litvanya, Letonya, Polonya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan takip etti. Yeni ulusal devletler daha sonra Sovyet Rus birliklerinin önünde boyun eğdiler, teslim oldular. (Ove Bring, agy.)
Sovyetler Birliği’nce yayınlanan Ulusların Hakları Bildirgesi’nin ardından Türkçü-Turancı, kimilerine göre komünist Turancı (ya da Kızıl Turancı) fikriyatın önderi Mirseyid Sultangaliyev, sosyalizm-Türkçülük ve Müslümanlık sentezi üzerinden kendince bir kaderini tayin hakkı tanımı yapıyordu. Özetle, yaklaşımı şöyleydi: “Uluslar, her türlü haktan eşit olarak istifade etmelidirler. Fakat tek şartla: Emperyalizmin ‘böl ve yönet’ politikasının farkında olmalıdırlar. Eşitlik, demokratik bütünlük içinde gerçekleşmelidir. Eğitim ve kültür seviyesi diplerde olan toplumlardaki cahilane özenti, kapitalizmle birleşince uyuşturucu etkisi yapar. Sonrasında komünizmin özünü Asya’da muhafaza ederiz. İkinci aşamada devrimi Batı’nın sömürdüğü tüm eski sömürgelere yayarız. En son aşama olarak da dünya devrimine sıra gelir. Bu sorun (milletlerin kaderini tayin hakkı ve demokratik eşitlik temelinde) çözülemezse Sovyetler dağılır.” Sultangaliyev, aynı kaderi paylaşan soydaşların birliktelikleri ancak bu insanların üzerinde emperyalist emeller taşıyanları rahatsız eder” demek suretiyle bütün Türkî kavim ve milletlerin birleşmesi için gayret gösteren Turancı bir şahsiyet idi. Mustafa Suphi ile arası da son derece iyiydi. (Galiyev Hakkında Türkiye’de yayınlanan ciddi araştırmalardan birini gerçekleştiren gazeteci Halit Kakınç ile yapılan söyleşi, Hürriyet KitapSanat dergisi, 7 Aralık 2017).
Türkçü-İslamcı bir eksene dayanan bu Galiyevci görüşün sosyalizmin yükselişte olduğu iklimde yaşama şansı yoktu, olamazdı. Çünkü kendi içinde tutarsız ve çelişkiliydi. Ayrıca Turancılık ve İslamcılık gibi potansiyel tehlikeleri de barındırıyordu. Dolayısıyla Galiyev, Stalin yönetimi tarafından tasfiye edildi.
Sovyet sisteminin kurucu önderlerinin milli meseleye bakışlarına ilişkin bir parantez açalım: Henüz 16 yaşındayken 1906 yılından itibaren Bolşevik Partisi üyesi olan Viçeslav Mihayloviç Molotov, Lenin ile Stalin’in en yakın çalışma arkadaşıydı. Üst düzey yönetim kademelerinde yer almıştı. 1917 Ekim Devrimi dâhil İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar geçen sıkıntılı zamanlarda ve özellikle Nazi ordularının Sovyet topraklarını işgaline karşı Büyük Anayurt Savunması süreçlerinde önemli görevler üstlenmişti. Stalin dış politikasının jokeri gibiydi ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştı. Sıkı bir Stalinci sayılırdı. Molotov, kendisiyle yapılan söyleşilerden derlenen anı-belgesel tarzındaki kitabında, Lenin ile Stalin’in milli meseleye teori ve pratiklerine dair bazı ipuçlarına rastlayabiliyoruz. Mesela diyor ki; “Lenin, Stalin’in milliyetler konusu üzerine yazdıklarını göklere çıkarttı ve bütün bu dikenli işleri ona havale etti. Ama (onu) eleştiriyordu da. (Lenin), Stalin ve Cerjinskiy’i kastederek, Rus olmayanların bazen Ruslardan daha çok Rus olduklarını söylerdi. Bu durum, Stalin’de çok açık, fazlasıyla hem de, özellikle son senelerde ortaya çıkmıştı. Başka bir milletin temsilcisinin bir Rus ismi almasından hiç hoşlanmaz ve sorardı. ‘Rus milletine de ihanet etmesin!’ Yüksek sorumluluk gerektiren kadroların Rus, Ukrayna ve Belaruslara verilmesini uygun görürdü. Stalin’inin karakterinin karmaşıklığını göz önünde bulundurmak gerekir. Rusluk konusunda, hükümetin başında bir Rus’un bulunması gerektiğini düşünürdü. Halk Komiserleri Konseyi’nin başkanlığını uzun süre reddetti….” (Feliks İvanoviç Çuyev, Molotov Anlatıyor: Stalin’in Sağkolu ile Yapılan 140 Görüşme, çevirenler: Ayşe Hacıhasanoğlu-Suna Kabasakal, s. 296-297, Yordam Kitap, Üçüncü Basım 2017, İstanbul.)
Devamını, Lenin döneminde Sovyetler Birliği’nde sorumlu makamlarda bulunan ve 1964-65 yıllarında SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Anastas Mikoyan’ın Yazarlar Evi’ndeki bir söyleşisinden okuyalım: “Stalin, o dönemde, bütün Cumhuriyetlere, Rus Federal Cumhuriyeti’ne otonom (özerk) bir statüde (konumda) katılmalarını önermiş. (Bunun üzerine Lenin’in, Stalin’e karşı (tüyleri) diken diken olmuştu. Stalin, hatasını kabul etti.” (Age, s. 298.)
Lenin, federalizme karşıydı; federasyon istemiyordu. Çünkü merkeziyetçilik yanlısıydı: Her şeyi, işçi sınıfının elinde tutmak, devleti böyle güçlendirmek. Milliyetler konusundaki yazısını okuyunca. Otonomiyi (özerkliğe) evetliyordu. Özerkliğe geçmek gerekiyordu. Ama Lenin çok çabuk kendi talimatlarının ötesine geçti: ‘Gelin, birlik cumhuriyetleri kuralım’ dedi. Stalin, en başta bunu bilmiyordu.” (Age, s. 298)
“Hiç kimse, milliyetler meselesinde Stalin kadar uzman olamaz. Hiç kimse Milli Cumhuriyetlerimizi onun kadar basiretli örgütleyemezdi. Orta Asya cumhuriyetlerinin kurulması, tamamen onun eseridir; aynı şekilde sınırlarının oluşturulması da. Mesela Kazak yöneticiler, başkent olarak Taşkent’i istiyorlardı. Stalin onları yanına çağırttı; konuştu, sınırları inceledi ve işi sonuçlandırdı. ‘Taşkent, Özbeklere kalacak, Alma-Ata (Rusça Verniy şehri) Kazakların başkenti olacaktı.” (Age, s. 299.)
Molotov, yine ulusal sorunla bağlantılı biçimde yürütülen uluslar arası politikalar bağlamında Stalin’in tutumunu eleştiriyor: “Stalin’in büyük politikacı olduğuna inanırım. Fakat o da bazı hatalar yaptı…Hayatının son yıllarında Stalin’de kendini beğenmişlik gibi bir özellik gelişmişti; şöyle ki, dış politikada ben Milyukov’un talep ettiği şeyi istemek zorunda kaldım: Ben, ‘Çanakkale boğazı’ diyordum. O, ‘bastır’ diyordu.” (Age, s. 117)
Üstteki alıntılardan şunu anlıyoruz: Lenin ve Stalin, milli meselede farklı cumhuriyetlere özerklik vermekle birlikte, esas olarak Rusya Federal Cumhuriyeti çatısı altında bir birlikten yanaydılar. Lenin, federalizme karşıydı. Öte yandan Stalin, Sovyet cumhuriyetlerinin kuruluş dönemlerinde orada bulunan ulus ve milliyetlerin, kendi kaderlerini tayin etme konusunu, kendi politik görüşleri çerçevesinde yönlendirmişlerdi. Örneğin Stalin, Taşkent’in Kazakistan’ın değil, Özbekistan’ın başkenti olmasını aynı şehri isteyen Kazakistan heyetine kabul ettirmişti. Bu, pratikte ulusların özgür iradesine bir şekilde müdahale anlamına gelmektedir. O devrin şartları da göz önüne alındığında, bu tür siyasi müdahaleleri bir yere kadar anlamak mümkündür. Sözgelimi Rus Çarlığı’nın sömürgeci tahakkümünden Ekim Devrimi sayesinde kurtulan Baltık ülkeleriyle Polonya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’da özellikle Menşevik milliyetçilerin başını çektikleri ayrılıkçı hareketler, Sovyet sistemi için büyük bir tehdit oluşturuyorlardı. Lenin ise, “her şeyi, işçi sınıfının elinde tutmak ve Sovyet devletini güçlendirmek” istiyordu.
İkinci Dünya Savaşı sürecinde ise, bazı milliyetlere veya özerk etnik topluluklara verilen hakların geri alınması veya büyük bir kısmının anayurtlarından çok uzaklara sürgün edilip zorla yerleştirilmesi, iki büyük şeye işaret etmektedir. Bir; başlangıçta iyi niyetle belirlenen merkezi Rusya Federasyonu çatısı altında bütün cumhuriyetlerin birliği ilkesi, 1930’lardan itibaren Rus milliyetçiliğine yarayan bir uygulamaya dönüşmüş oldu. Lenin’in, Stalin ve diğer bir kısım yöneticileri, Ruslardan çok Rusyacı olmalarını eleştirdiği bilinmektedir. Yukarıda örneğini de verdik. İki: Bolşevik söylemler altında ciddi ölçüde ve gizlice Turancılık-Türkçülük yapan Azerbaycan Cumhuriyeti yetkilileri, Kafkasya’da yaşayan Özerk Kızıl Kürdistan’ın feshedilmesi için Beria (Stalin’in Gürcistan’dan tanıdığı Abhaz kökenli siyasetçi, eski Güvenlik Sekreteri ve Gizli Polis Şefi) ile beraber aleyhte raporlar hazırladılar. Stalin, bu özerkliği iptal etmenin yanı sıra oradaki Kürtlerin Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerde zorla iskân edilmesi talimatını verdi. Bu iskân politikası, sadece Kürtlere yönelik değildi. Genelde Kafkasya’daki farklı etnik kökenden Müslüman ağırlıklı halkları da kapsıyordu. Üç: Hitler döneminde ve İkinci Dünya savaşı sonrasındaki jeopolitik çıkarlar, Bolşeviklerin temel siyasi prensiplerinden sayılan kendi kaderini tayin hakkının ihmal ve feda edilmesine de yol açmıştı. İspanya iç savaşı (faşist Franko rejimine direniş), Nazi işgaline karşı direniş sürecinde yaşanan Yunanistan iç savaşı sırasında her iki ülkedeki örgütlerle toplulukların faşist ve emperyalist güçler tarafından bastırılmasına Sovyet yöneticileri göz yumdular. Keza İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet desteğiyle kurulan İran Azerbaycan ile Kürdistan bölgesindeki özerk cumhuriyetler de ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin anlaşmalarına feda edildiler.
1947 tarihli Birleşmiş Milletler kararı sonucu 1948’te ilan edilen İsrail Devleti’ni ilk tanıyanlardan biri Sovyet yönetimiydi. Bu noktada ayrıca belirtmek gerek: Aslında Bolşevikler, henüz iktidara gelmeden ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına ilişkin tartışmalarının sürdüğü bir ortamda, Bund çevresinin “Diyasporadaki Yahudilerin de kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasına” ilişkin tezlerini prensip olarak ret etmişlerdi. Dönemin Sovyet yetkilileri, Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudi Bund (Yahudi işçilerin 1897’de kurdukları Rusya merkezli sosyalist sendika olup Polonya, Litvanya ve Ukrayna’da faaliyet gösteriyordu) örgütünün “geri kalmış Arap Çölü’ne uygarlık ve hayat götürüyoruz” söylemine niçin kanmışlardı? Peki, bu ilkeden ayrılan Sovyet yetkilileri, sırtını emperyalistlere dayamak suretiyle Filistin halkının işgal edilen toprakları üzerinde kurulan İsrail Devleti’ni neden tanımış oldular?
Söz konusu sorulara, önce Molotov’un yanıtını yazalım. Ardından kendi değerlendirmemizi yapalım: “ İsrail devletinin kurulması hakkında (politikanızda) net olmayan bir şeyler var. (Malum,) Amerikalılar (ilk başta böyle bir devletin kurulmasına) karşıydılar.”
Molotov: “Benim ve Stalin’in dışında herkes karşıydı. Bazen soruyorlar: ‘Neden bu devleti tanıyıp kabul ettiniz?’ Biz, uluslararası özgürlükten yanayız; neden karşı olalım ki! Buna karşı olmak, bizim milliyetler sorununda düşmanca bir politika gütmemiz demek olurdu. Daha düne kadar Bolşevikler Siyonizm’e karşıydılar ve öyle de kaldılar. Sosyalist bir örgütlenme olmasına rağmen Bund sendikasına bile karşıydılar Bolşevikler. Ama Siyonizm’e karşı olmak başka-ki burjuvaziye karşı bu politika sabittir-, Yahudi halkına karşı olmak başkadır. Doğrusu, bizim iki önerimiz vardı: İki milletin (Araplar ile Yahudilerin-F.B.) birlikte yaşayacağı bir Arap-İsrail topluluğu kurulacak ki anlaşma sağlanırsa, biz bu çözümden yanaydık. Anlaşma sağlanamadığı takdirde de ayrı bir İsrail devleti kurulmasına taraf idik. Şu da var ki; Siyonizm karşıtı konumumuzda da ısrarlıydık.” (Age, s. 119)
Bize göre; birinci neden, yine jeopolitiktir.Yani Ortadoğu bölgesindeki uluslar arası denge ve oyunlarda Sovyetler Birliği’nin stratejik ve taktik siyasetlerine ilişkin bir meseledir. İkinci nedeni, sanırım Bolşeviklerin şiddetle itiraz ettikleri Kautsky’nin “uygarlık merkezi Avrupa’dan, geri kalmış ülkelere uygarlık götürülebilir” anlamına gelen görüşü, Stalin-Molotov ikilisi tarafından son yıllarında reel-politik veya jeopolitik gerekçelerle dolaylı tarzda ve üstü örtülü biçimde benimsendi. Bir anlamda pragmatist siyaset, teoriyi yiyip bitirmiş oldu. Aralarında Bund sendika piyonerlerinin (iskân sömürgeciliğini meşrulaştırmak için geri ülkelere uygarlık taşıyan idealist öncüler) bulunduğu sol kesimden “Yahudiler, özetle Kautsky’nin, ‘Geri kalmış ülkelere medeniyet götürülebilir’ tezini de öne çıkararak geri kalmış bir Filistin’e (güya) uygarlık götürme temalarını işleyip” (Kızıl Bayrak, “Gizli Flört İsrail” başlıklı yazı, 20 Ağustos 2014) kamuoyu yaratma gayretindeydiler. Gerçekte bu görüş, 18. ve 19 yüzyıl kapitalistlerinin sömürgeci tezlerinin bir parçasıydı. Din eksenli misyonerlik faaliyetleriyle meşrulaştırılan bu görüşe göre; “geri ülkelerin talanı edilmesi, ilerleme olarak görülüyordu: “Tanrısız, Allahsız bu ilkel vahşilere Hz. İsa ile birlikte kapitalizmin metalarını da götürmek tek doğru yol olarak kabul ediliyordu.”
Üçüncü neden ise daha özeldi: Dönemin Dışişleri Bakanı’nın Yahudi kökenli eşi Polina Semyonovna, Bolşevik yönetiminin üst kademelerinde çalışan sadık bir üyeydi. Çekistlerin (Rus İstihbarat elemanları) hazırladıkları raporlara inanılırsa; o tarihte Moskova’da İsrail büyükelçisi olan Golda Meir, Polina ile irtibat içindeydi. Her ikisi, Kırım’da bir Yahudi bölgesi kurmayı planlıyorlarmış! (Age, s. 507)
İstihbarat raporundan öte, Arap ve İsrail kaynaklarından okumuştum: Çok sonraları İsrail’de Başbakanlık koltuğuna oturacak olan Ukrayna kökenli Golda Meir, büyükelçi olmadan önce de Moskova’ya birkaç kez gizlice gitmiş; oradaki Yahudilerin yardımıyla farklı siyasi ve sanat çevreleriyle temaslarda bulunmuştu. Bir anlamda Sovyet başkentinde kurulması muhtemel bir İsrail devletinin tanınması için lobi faaliyeti yapmış; meyvesini toplamıştı.
Demek ki, sosyalistlerin bu temel kuralı, her zaman ilkesel düzlemde değil, bazen pragmatik biçimde uygulanabilmiştir.
O tarihteki sosyalist ortamda ele alınan milli mesele ve kaderini tayin hakkı konularının kısa değerlendirmesini burada noktalıyoruz.
Wilson Prensipleri ve Kaderini Tayin Hakkı
Bu kez, kapitalist dünyaya bakıyoruz: İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya, Sırbistan, Karadağ ve Belçika ve daha sonra İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya) Birinci Dünya Savaşı sırasında kaderini tayin etme hakkını, kendi propagandalarında belirgin bir şekilde kullanmışlar. Bu propaganda Almanya, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı İmparatorlukları sınırları içinde bulunan ulusal grupların milliyetçi duygularını kabartmış ve onları İtilaf Devletleri lehine kullanmakta çok etkili olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya 1919 ve Türkiye 1920 ile İtilaf Devletleri arasındaki barış şartları, sömürge imparatorluklarının tasfiyesi ve Milletler Cemiyeti’nin gözetiminde manda sisteminin (yetkin vekil/vasi devlet tarafından idare edilen sömürge ülke) kurulmasını içeriyordu. Manda devletler, Milletler Cemiyeti’nin kontrolünde seçilecekti. Eski sömürgelerdeki halkların sosyal, kültürel, ekonomik ve politik düzeyleri göz önünde bulundurularak idare edileceklerdi.
ABD Başkanı Woodrow Wilson’un Ocak 1918’de yayınladığı “14 maddelik” ünlü bildirgede, “War Aims and Peace Terms” (Savaş Amaçları ve Barış Koşulları) mesajı şeklinde, sömürge halkların bağımsızlık sorunu vurgulanıyordu: “Gördüğüm kadarıyla Dünya barış programı aşağıdaki gibidir: Bütün sömürge dönemi taleplerinin hür, açık fikirli ve gerçek anlamda tarafsız düzenlenmesinde bağımsızlıkla ilgili tüm sorunların cevaplandırılması esasında ilgili halkların çıkarlarının, görevleri tarif edilerek hükümetin benzer şekildeki talepleri ile eşit ağırlıkta olması gerektiği prensibi mutlak şekilde dikkate alınmalıdır.”
Wilson, devamla, Avusturya-Macaristan ve Türkiye’deki halklar için, şöyle demişti: “Opportunity of autonomous development” (özerk gelişme imkânı) hakkı da kayıtsız şartsız verilmelidir. Tarifini yaptığım programın her safhasında açık bir prensip hâkimdir. Bu, bütün halklara ve milliyetlere adalet prensibi ve birbirleri ile eşit temelde hür ve emniyet içinde yaşama hakkıdır.” (The Fourteen Points, Wilson’s Address to Congress: January 8, 1918, Documents of American History, s. 318, 1949, New York.)
“Wilson Prensipleri” diye bilinen bu bildirgenin esas amacı şuydu: “Elbette yükselen yeni bir emperyalist güç olan ABD’nin başkanı, öyle sanıldığı gibi ‘ulusların kaderiyle’ uzaktan-yakından ilgili biri değildi. Zira öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu dünyanın ezilen/sömürülen halklarının emperyalist bir güçten ‘hayırlı’ bir şey beklemeleri abesle iştigaldir… Esasen Wilson’un öyle bir çıkış yapmasının iki nedeni vardı: Birincisi, ‘klasik sömürgeciliğin (kolonyalizmin) son bulmasını, bir kaç sömürgeci/emperyalist gücün egemenliği altında bulunan, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı geniş bölgelerin Amerikan sermayesine açılmasını istiyordu… Özetle Wilson, ‘artık kolonyalizmin klasik (doğrudan) versiyonu son bulsun, yeni-sömürgecilik statüsü (neo-colonialisme: yeni sömürgecilik) onun yerini alsın’ demek istiyordu; İkincisi, din, mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk varsa, bağımsız olmalarını istiyordu. Nitekim halklar ne kadar ufalanırsa, onları egemenlik altına almak da o ölçüde kolaylaşır… Şimdilerde Orta-Doğu denilen bölgede yaptıkları gibi… Esasen ikinci emperyalist Dünya Savaşı sonrası yaklaşık iki on yılda Wilson’un planı gerçekleşecek, yeni sömürgecilik eskinin yerini alacak, doğrudan sömürge ülkeler, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin yeni sömürgesi haline gelecekti. Artık bu yeni statüde bir ülke herhangi bir ülkenin sömürgesi değil, ‘Kolektif emperyalizmin’ kolektif sömürgesi (kolonisi) olacaktı ve oldu… Bu iş de emperyalizmin kurumları olan, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] onun şemsiyesi altındaki örgütler ama asıl Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi emperyalist oligarşinin hizmetindeki ‘uluslar arası’ denilen kurumlar tarafından yürütülecekti.” (F. Başkaya, adı geçen yazı.)
- Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’ya yeni bir düzen getirmek ve yenilen devletlere barış anlaşmaları imzalatmak amacıyla 18 Ocak 1919’ da Paris Barış Konferansı toplanmıştır. Görünürdeki geniş katılımına rağmen konferans kararlarına ABD, İngiltere ve Fransa hâkim olmuştur. Konferansta tartışılan öncelikli konuların başında ise Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılması gelmiştir. Batı Anadolu’nun Yunanlılara verilmesi ve Doğu Anadolu’da Wilson prensipleri çerçevesinde bir Ermeni Devleti kurulması meselesi gündemde geniş bir yer tutmuştur. 23 Aralık 1919’da ise üzerinde daha önce görüşülmemiş olan Kürdistan meselesi ortaya çıkmıştır. Kürdistan adlı (özerk veya bağımsız) bir devletin kurulması görüşülmüştür. Ancak bu devletin sınırları Ermenistan’ınkinden bile daha belirsiz ve itilaf devletlerinin keyfince çizilmiştir. Ermenistan konusunda ABD etkili bir rol oynarken, Kürdistan konusunda da İngiltere başrolü kimseye bırakmamıştır. İngilizler; “Kürtler arasında görüş birliği ve herkesi temsil edebilecek bir lider yoktur” gerekçesiyle, bu meseleyi bir kenara bırakmış veya işine geldiğinde gündeme getirmişler.
“Aynı dönemde savaş sonrasında kurulacak dünya düzeninin ‘milliyet esasına göre’ olacağını düşünen ABD Başkanı Wilson’un başlangıçta Yahudi çevrelerinin taleplerinden esinlenerek şekillendirdiği 14 İlke’sinde doğrudan KKTH’den söz edilmiyordu ama 6 ilke bu konuyla ilgiliydi. 12. Madde ise “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarının Osmanlı egemenliği sağlanacak fakat Türk olmayan diğer halklara otonom idareler verilecek, Çanakkale Boğazı’nın milletlerarası garanti altında her milletin gemilerine daimi suretle açık olacak” diyordu. Bu madde, en çok 1915’te büyük bir trajedi yaşamış Ermenileri ve bağımsızlıkçı Kürtleri heyecanlandırmıştı.
Ancak Sovyet Rusya liderleri, Anadolu’da, Kürtleri değil, Türkleri tercih ettiler. Keza Sovyet yönetimi, Irak’ta İngilizlere karşı silahlı direniş gerçekleştiren Şeyh Mahmud Berzenci’nin destek ve yardım çağrılarını (Lenin’e yazılan Ocak-Temmuz 1923 tarihli mektuplar ve gönderilen elçiler) yanıtsız bıraktı. ABD ve Britanya da benzer tercihler yaptı. King-Crane Komisyonu ve General Harbord’un raporlarıyla Ermeniler, Binbaşı Noel’in raporlarıyla Kürtler deyim yerindeyse ‘havalarını aldılar’.
Sovyet Rusya ve Büyük Devletler, sadece Osmanlı bakiyesi gruplar için değil, ABD’deki ve Avrupa’daki halklar için de benzer tavrı takınmışlardı. Örneğin Bolşevikler 1917 Ekim Devrimi’ni takip eden günlerde Finlandiya’nın bağımsızlık kararını hemen tanıdılar. Ama Stalin kadim düşmanı Britanya’yı zayıflatacağı için İrlandalıların KKT Hakkı’nı savunurken, Rusya’nın etnik ve siyasal hinterlandı saydığı Sırpların, Hırvatların, Slovakların, Çeklerin KKT hakkına karşı çıkıyordu. Sonunda şu oldu: 1918 Sovyet Anayasası’na konan KKTH, 1990’a kadar hayata geçmedi.” (A. Hür, agy.)
Kemalist Türkiye ve Kürdistan meselesi hakkında dönemin Sovyet görüşü ise şöyle özetlenebilir: İngiltere’nin denetimindeki İran, Afganistan ve kurulması tasarlanan Kürdistan, hem Türkiye hem de Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere alma stratejisidir, kabul edilemez.” (Mehmet Perinçek, Sovyet Kaynaklarında Kürt İsyanları isimli kitabı.)
1918 Ekim’inde Britanya Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan bir açıklamada şöyle deniyordu: “Amerikalı zencilerin, Güney İrlandalıların veya Katalanların, kendi devletlerinin temsilcileri olarak devletlerarası toplantılara katılma istekleri doğrultusunda atılacak en küçük bir adım bile tavsiye edilebilir değildir. Eğer bu hak Makedonlara veya Alman Bohemyalılarına verilecek olursa, en ufak millete bile vermemiz gerekmektedir.” 1919’da Wilson da “Bozguna uğramış imparatorlukların toprakları içinde yaşayan halk dışındaki halklara kendi kaderini tayin hakkı tanıma üzerinde anlaşmak, barış konferansının ayrıcalıkları içinde değil” diyerek, liberal duruşundan çark etmişti.
Savaştan sonra ‘her ulusa bir devlet’ kurulamadığı için, savaşta yenik düşenlere ‘ulusal azınlık hakları’ adı altında bir çeşit ‘teselli ikramiyesi’ verildi. Ancak, yeni kurulan ulus-devletlerde, önceden de egemen olan etnik grup, yeni kurulan devlette de egemen oldu. Dolayısıyla devletler istediği azınlık grubuna ‘azınlık statüsü’ tanıdı, istemediğine tanımadı.” (A. Hür, agy.)
Birleşmiş Milletler ve Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı
“Birleşmiş Milletler Anlaşması ve uygulamasında Halkların Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı (HKKTH) siyasal bir ilke ya da bir bölgeye münhasır, kısmi bir düzenleme olarak değil de, tüm halkların için öngörülen bir uluslar arası hukuk ilkesi olarak ‘halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ndan, ilk kez, 1945 yılında kabul edilen BM Andlaşması’ndan söz edilmiştir… HKKTH ilkesi, modern hukukun en fazla tartışılan konularından biridir. Bu ‘Hak’ ya da ‘ilke’, yakın zamanlara dek daha ziyade sömürgelerin bağımsızlık kazanmasını (decolonoziation) sağlayan süreçte halkların kendileri için referans aldıkları ve siyasal boyutu da olan bir alan şeklinde gündeme gelmişti. HKKTH, özellikle şu üç grup insan topluluğuyla ilgili olarak yerleşmiş bir hak sayılmıştır: 1) Sömürge yönetimi altında yaşayan halklar; 2) Sistematik ırkçılığı bir yönetim biçimi haline getiren rejimlerin tahakkümü altında yaşayan halklar (örneğin 1990’lara kadar Güney Afrika’daki ırkçı Beyaz Apartheid yönetimi); 3) İşgal altında yaşayan halklar, mesela İsrail işgaline maruz kalmış Filistinliler. Birinci ve ikinci durumdaki halkların (Güney Afrika’daki siyahiler ile İsrail tahakkümündeki Filistinliler) bağımsız bir devlet kurması öngörülüyor. Üçüncü durumdaki halklara ise, iktidara talip olma hakkı tanınıyor. Bu tür koşulların mevcut olmadığı durumlarda ne tür hakların kullanılması gerektiği konusunda, uluslar arası hukukta görüş birliği yoktur. BM kararları gereğince Medeni (Sivil) ve Siyasal Haklar Uluslar arası Sözleşmesi’ne ek olarak Ekonomik, Sosyal ve Külterel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 1. Maddesi şöyle formüle edilmiştir: ‘Tüm halkların kendi kaderlerini tayin hakkı vardır. Bu hak kapsamında, siyasal rejimlerini özgürce seçebilir; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmalarını diledikleri şekilde gerçekleştirebilirler.”
Bu tanımdan hareketle denilebilir ki; halkların kaderlerini tayin hakkı, bir defaya mahsus değildir. Kendisini sürekli yenilemesi ve güçlendirmesi gereken hem devamlı hem de dinamik bir haktır.” (Kırıkkale Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Berdal Aral, “Kolektif Bir İnsan hakkı Olarak Halkların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, 1999-2000 tarihli İnsan Hakları Yıllığı, cilt 21-22 içinde.)
Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın I. Bölüm, 1(2) maddesinde, Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkının prensipleri olan amaç ve hedef, madde 55’te ise Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal çalışmalarındaki amaç belirtilmektedir. Aynı zamanda kendi kendini yönetmekten yoksun bölgeler ve Uluslararası idare sisteminin yetkisi altındaki bölge halklarının Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme (KKTEH) hakları da tüzüğün değişik maddelerinde ele alınmaktadır (XI. ve XII. Bölümler).
Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın amaç maddesi 1(2)’de, halklar arasında kardeşlik münasebetlerin gelişiminde “halkların hak eşitliği ve kendi kaderini kendi tayin hakkı prensibine riayet ve saygı temeli üzerinde” kararlaştırılmıştır. Ön çalışmalarda “halk” kelimesiyle ne kastedildiği ve bu ifadenin “uluslar” veya “devletler” ilişkisinde hangi manaya geldiği açıklık kazanmamıştır. Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 1(2) maddesinin esas temeli olan, KKTE hakkı, öncelikle, sadece coğrafi olarak idare eden devletten uzak bölgelerde yaşayan ve ana devletten kültürel ayrılıkları olan halkları kapsar gibidir. Yani tam ayrılma hakkı geleneksel olarak deniz aşırı sömürge (Overseas territories) bölgelerine uygulanır bir şekilde tercüme edilmiştir. (Ove Bring, agy.)
Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibinde, bu coğrafi esas 1960’larda Batılı devletler tarafından tartışma konusu olmuştur. Bu, şu anlama geliyordu: Sadece “mesafeli” sömürgeler KKTE Hakkı’ndan faydalanacaklardı. Ancak bir devletin sınırları içinde yaşayan ve baskı altında olan ulusal azınlıklar, “KKTE Hakkı prensibini” güncelliğe çıkaramazlardı (mesela: Türkiye İran ve Irak sınırları içinde kalan Kürtlerin konumu böyleydi). Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: Batılı ülkelerde “Tuzlu Su sömürgeciliği” (deniz aşırı sömürgeciliği) suç anlamına gelirken, diğer tip sömürgeciliğe “göz yumma” anlamında ele alınmaktaydı. Hatta (Kongo krizi döneminde) Belçika, bu çifte standardın tüm hukuk devletlerinde düşünceye ters düştüğünü müdafaa ediyordu. (O. Bring, agy.)
1950 Sömürgeler Bildirgesi
Sömürgeler Deklarasyonu, başka bir deyişle, BM Genel Kurulunun 14 Aralık1960 tarih ve 1514 (XV) sayılı “Sömürge Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Tanıma Bildirgesi” resmi kararı, Anlaşmanın 1(2) maddelerinde ifade edilen prensipleri daha da geliştirmektedir. Bildirgesi 7 maddelik talepler dizisinin 2. maddesi şöyledir:
“Bütün halklar Self-Determinasyon (kendi kaderini belirleme) hakkına sahiptir. Bu hakkın tabii sonucu olarak politik statülerini tayin ve ekonomik sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe takip ederler.”
Deklarasyonda, anlaşmanın 1. ve 55. maddelerinde Kendi Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı prensibine karşın, hakların hakkı olan KKTE Hakkı saptanmakta ve kesinlik kazanmaktadır.
Genel Kurulda çoğunluğun kararıyla alınan Bildirge, hukuki herhangi bir bağlayıcı yönünün olmamasına rağmen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda hakim olan genel anlayışı aksettirmektedir. Birçok kez verilen önergelerle gerçekleştirilmiştir. KKTE Hakkı, ABD Başkanı Wilson döneminde politik bir prensip iken, Birleşmiş Milletler döneminde, anlaşmayla milletlerarası hukuki bir statü kazanmıştır. (Rosalyn Higgins, The Development of International Law Through the Political Organs of the United Nations, London/New York/ Toronto 1963, s. 90103. Rige Sureda, The Evolution of the Right of Self Determination, s. 26.)
Sömürgeler Deklarasyonu’ndaki 6. maddenin de hukuki doğruluğu su götürmez bir değer taşıyor: “Bir ülkenin milli birliğini ve ülke bütünlüğünü kısmen veya tamamen bozmaya yönelik davranışlar Birleşmiş Milletler kuruluş yasası (Carter of the United Nations) amaç ve prensiplerine ters düşer.” (Ove, Bring, agy.)
Bu hüküm, dış ülkelere yöneliktir (Ulusal kurtuluş hareketlerine değil). Birleşmiş Milletler Anlaşması, başkalarının iç işlerine müdahale etmeme talebiyle uygunluk içindedir. 6. madde ve onun prensipleri, Birleşmiş Milletler çoğunluğu tarafından, toprak bütünlüğü dokunulmazlığını koruma, yani mevcut Devletlerden ayrılmamayı müdafaa anlamında yorumlanmaktadır. 1963’te OAU, «Afrika Devletleri Birliği» kurulunca, organizasyon Tüzüğü’nün 3(3) maddesinde üye Devletlerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlıklarına saygı ve sömürge Devletler tarafında belirlenen sınırların dokunulmazlığı belirtilmiştir. (Feliç Chuks Okoye, International Law and teh New Afrika States, London 1972, s. 106.)
İnsan Hakları Konvansiyonları
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1966 yılında, İnsan haklarını teminat altına almak için 2 “Convenant” bildirge kaleme alınmıştır. “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ve “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesine (Ek) Seçmeli Protokol.” Bunlardan birincisi, insanın, vatandaşlık ve politik haklarını, diğeri ise ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını teminat altına almaktadır. 1976 yılında yürürlüğe giren bu Bildirge, insan haklarını koruma konusunda bağlayıcıdır. Günümüzde geçerli olan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, ( o tarihteki) 95 üye devlet tarafından kabul edilmekte, onları bağlamakta ve 1. noktası hemen hemen müşterek Sömürgeler deklarasyonunun bir tekrarından ibarettir:
1) Tüm halklar KKTE hakkına sahiptirler. Bu haktan ötürü, kendi politik statülerini kendileri özgürce belirlerler ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerine kendileri karar verirler.
2) Tüm halklar, karşılıklı yarar ilkesine dayalı uluslararası ekonomik işbirliği ve uluslararası hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğü zedelemeksizin kendi doğal kaynaklarını, kendi gelecekleri için özgür olarak kullanabilirler. Bir halk, hiçbir koşulda kendi geçim kaynaklarından mahrum edilemez.” (Aktaran Ove Bring, agy.)
Kardeşlik Bağları Deklarasyonu
1970’lerde, BM Genel Kurulu tarafından Kardeşlik Bağları Deklarasyonu (KBD) kabul edildiği sıralarda, ilgili anlaşmada, KKTE hakkının eskiye oranla geliştirildiği ve hassasiyet gösterildiği göze çarpmaktadır. Deklarasyona göre, KKTEH “her halkın” hakkıdır. Bu hakkın sonucu, hür ve hiç bir dış müdahale olmadan, kendi politikasını kendisi belirlemelidir ve “her devlet” bunu korumalıdır. Anlaşma maddeleriyle uygunluk içinde olmalı ve saygı göstermelidir. Bu esasa bağlı kalarak, devletler hiç bir zaman ve durumda, kendi haklarını kısıtlamada güç kullanmayacaktır. Buna maruz kalan ezilen halklar “direniş gösterme hakkına sahiptirler ve Anlaşma temel amaçlarına uygun olarak yardım hakkı talep edip almalıdırlar.”
“Kardeşlik Bağları Deklarasyonu’ndaki, KKTEH ve yardım hakkı talebi, halkların eşitlik ve KKTEH prensibine riayet eden bağımsız devletlerin sınırlarını ihlal etmek ve politik birliklerini eritmek anlamında müsaade veya cesaret verme manasında değildir.”
KKTE Hakkı’nın Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda ve diğer dokümanlarda kazandığı statü, bir yandan KKTEH, diğer yandan devletlerin toprak bütünlüğü ve bağımsızlık hakkı ile çelişip güçleşmektedir: Biri, diğerini engellemektedir. Eğer sömürge baskısı söz konusu değilse, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı koruma hakkı, kişi hak ve özgürlükleri ve aynı şekilde politik sebepler göz önünde bulundurularak, mevcut devletten ayrılma hakkından daha yüksek belirginliğe sahiptir ve öncelik taşır. Aksi halde, mevcut devlet, varlığını ve bağımsızlığını ve kalıcı barışı tehlikeye düşürmektedir. Diğer yandan, mevcut devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlık hakkı, kendi sınırları içindeki diğer halkların haklarına saygı göstermesi ve onları hor görmemesi de, KKTE Hakkı’na riayet etme şartıyla söz konusudur. Mevcut devlet, söz konusu olan halk grubunun istemlerine politik çözümlerle ve hoşgörü ile yaklaşmalıdır. (Aktaran O. Bring, agy.)
“Halk” ve Ulusal Azınlıklar
Birleşmiş Milletler metinlerinde “halk” kavramı kullanılmaktadır. Buna göre hangi gruplar kanuna uygunluk içinde, KKTE Hakkı’nı talep edebilir? O halde, “halk” nedir? Başka bir deyişle: Bir grup insan arasında ne gibi birleştirici özelliklerin olması gerekli ki, “halk” diyebilelim. Kavram, alelade bir yorum ötesinde, gerçekten halk belirtilerini taşımalı; yani ortak etnik köken, ortak bir dil, ortak kültür mirası ve ortak bir tarih vb. Bu özellikler, Birleşmiş Milletler pratiğinde yüksek bir nitelik taşımaktadırlar. (Agy.)
Birleşmiş Milletler’in 1966’da imzaladığı kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili konvansiyon “Bütün halklar Self-determinasyon hakkına sahiptir” gibi deyimler içermektedir. Elbette bazı değişikliklerle; fakat bununla beraber bu bir gerçektir de. Gerek Woodrow Wilson’un başkanlığı döneminde (O zaman Britanya ve Fransa sömürge dünyaları henüz tehdit altında değildi) veya 1960’larda sömürgecilikten arınma süreci döneminde (O zaman da, Irak’ın, Etiyopya’nın, Sovyetler Birliği’nin veya Çin’in toprak bütünlükleri tehdit edilmiyordu), KKTEH prensibi tüm istemleri karşılar görünümdeydi. Yani tüm halkın bu haktan faydalanması veya sahip olma sorunu söz konusu değildi. Politik realizm iki durumda da kesin sınırlar belirliyordu.
Bunun dışında, gerek 1918-1919 yıllarında ve gerekse 1960-1970 yıllarında sınır koymada “halk” kavramının yorumu bir işlev görüyordu. Wilson dönemimde “halk”, müşterek kültür ve tarihe sahip olan etnik grup ve cemiyetler “ulusları” ifade etmekteydi. Daha sonraları 1960’lı yıllarda sömürgecilikten arındırma döneminde ise, etnik kimlik geçersizdi. Geçerli olan faktör, politik ve bölge bütünlüğü birliği, sömürge idaresinin altında olmasıydı. Sadece politik birliğe sahip olan bu bölgelerde yaşayan halkların (veya vatandaşların), KKTE hakları vardı. Bunun dışındakilerin bu hakkı yoktu. Mevcut devletten ayrılma hakkı, Wilson konseptinde etnik azınlıklar için mevcut iken 1960’ta Birleşmiş Milletler çoğunluğu tarafından, sömürgeler ile alakası olmayan ulusal azınlıkların ayrılma hakları inkâr edilmiştir. (Agy.)
1950’lerin insan hakları tartışmaları sırasında, kendi KKTEH prensibinin uygulanmasında, ulusal azınlıklar ayrımı yapılmaktadır. Aynı dönemde, “halk” ve “ulus” terimlerinin, KKTEH prensibinde, eşanlamlı olduğu belirtilmektedir. O dönem toplantısında bulunan Suriyeli bir delege şunları söylemiştir: “Self-determinasyon hakkı prensibi maddesinin temeli olan ‘halk’ kelimesi bir milleti oluşturan insan kümesini veya tek otorite tarafından yönetilen muhtelif milli gruplar karışımını ifade eder.”
Bazen “halk” ve “ulus” kavramları arasında ayrılık belirlemeleri yapıldığında, kavramların gelişkin bir birliği temsil ettikleri görülür.
Diğer yandan, bir devletin sınırları dahilinde otonomi (özerklik) ile ilgili KKTEH, bir önceki duruma karşın o kadar da komplike (karmaşık) değildir. (O. Bring yorumu, agy)
İsyan Hakkı (Başkaldırı Hakkı)
Birleşmiş Milletler Anlaşması ve Birleşmiş Milletlerin pratik uygulamaları, bilhassa azgelişmiş ülkelerce (geri bıraktırılmış ülkelerce) sömürgeci devletin baskısına karşı serbest olmada (kurtuluşta) sadece prensipte değil aynı zamanda fiziksel hakkın; diğer bir deyişle, isyan hakkının olduğu yorumlanır. (Roselyn Higgins, adı geçen eser, s. 211.)
Devletlerarası hukuk, bir hukuk düzeni olarak, devletler ve devletlerarası hukuki temsile sahip gruplar arasında, değişik devlet sınırları içerisindeki bölgelerde politik gelişim düzenleyemez. İsyan hakkı veya devrim hakkının potansiyel olarak mümkün olmasını, devletlerarası hukuki kurallar takip etmez, tam tersine, merkezi devlet ve muhalefet gruplarının bir iç meselesi olarak, devletlerarası hukuk kurallarının yokluğunda cereyan eder. Devrim hakkını, genellikle “yüksek hukuki prensip çağrısı” takip eder. (Rupert Emerson, Self-Determination, 65 American Journal of International Law 1971, s. 474. )
Bir kurtuluş hareketi, devletlerarası arenada, gerek örgütsel yapısıyla ve gerekse statüsüyle, Devletler ve devletlerarası organlar tarafında kabul edilirse, De Facto (ve belki de De Jure, hukuki açıdan) devletlerarası hukukta muhatap olarak itibar görür. İnformel olarak, kendi halkı üzerinde politik yetkiye sahip (kendi topraklarını kontrol etmelerine rağmen), devletlerarası camiada kabul edilen ve Birleşmiş Milletlerde gözlemci statüsü olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), buna iyi bir örnektir. (O. Bring yorumu, agy.)
Halk Tanımı ve Kaderini Tayin Hakkı:
Uluslararası camiada ortaya çıkan gelişmeler, 20.yüzyılın en başarılı sloganlarından biri olan SDR’nin (Self Determination Right: Kaderini Tayin Etme) bu başarısını 21.yüzyılda da sürdüreceğini göstermektedir. SDR’nin sadece bu slogan olmayıp insan hakları katalogları esas alındığında en önemli insan hakkı olarak değerlendirildiği görülmektedir. İnsan hakları alanında en kapsamlı kodifikasyon örneğini veren her iki uluslararası insan hakları sözleşmesinin birinci maddesi:
– Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
Şayet bir halk siyasi statüsünü belirleme hakkına sahipse, kendi devletini de oluşturma hakkına sahiptir. Söz konusu sözleşmeler SDR iddia edebilecek halk’ın ne olduğu konusunda ipucu vermiyor. Bu çerçevede üç görüşün söz konusu olduğu görülmektedir.
– Bu görüşlerden birincisine göre halk devleti oluşturan insan topluluğudur. Bu insan topluluğu bazen yabancılar çıkarılarak, bazen de yabancı ülkelerde yaşayan vatandaşlar hesap edilerek tanımlanır. Devlet ülkesinin bir kısmını kaybettiğinde, bu bölgenin insanları göç etmedikleri takdirde otomatik olarak vatandaşlıklarını kaybederler.
– Halk’ı tanımlayan ikinci görüşü 1882’de Ernest Renan ortaya atmıştır. Buna göre bir milleti oluşturan her gün yenilenen referandumdur. Açık olan bu formülasyon tereddütler yaratmaktadır.
Her şey sadece kaprisli insanların arzusuna mı bağlıdır? Bir insan bugün bir ulusa, yarın başka bir ulusa ait olabilir mi? Kesin ortaklıklar gerekli değil midir? Ernest Renan şüphesiz Fransızların ülkelerine bağlılıklarının bir gecede değişebileceğini varsaymıyor. Ancak getirdiği tanım sübjektif yorumlara yol açma özelliğine sahiptir. Diğer taraftan halk oylamasının yapılması serbest ve keyfi değildir. ((Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation?, Conference faite en Sorbonne, le 11 mars1882; bknz.: Ernest Renan, Qu’est-ce qu’une nation? et autres essays politiques, Publisher Joël Roman, Paris: Presses Pocket, 1992, s. 37-56. Aktarıp yorumlayan Prof. A. Füsun Arsava, Halkların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Tarihçesi ve Günümüze Getirdiği Problemler, s. 387-9)
– Renan’ın görüşünün tersi olarak objektif dayanağa istinaden getirilen tanım Josef Stalin’e aittir. Stalin 1913’te ulusu “tarihi olarak ortaya çıkan dil, ülke, ekonomik yaşam ve kültür birliğine dayanan istikrarlı stabil bir insan topluluğu olarak tanımaktadır. Stalin ulusu mensuplarının iradesinden bağımsız olarak belli özelliklerle tanımlamaktadır
SDR’in süjesi (öznesi, konusu) her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın halk olarak kabul edilmektedir. Halk kendi kaderini belirlemektedir. Bunun anlamı hiçbir halkın diğer bir halk için bir şey öngörmesinin mümkün olmamasıdır. Halkın kendi üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi sınırsızdır. Halkın üzerinde bir başkası bulunmamaktadır. Egemen olan odur. Bu nedenle de bağımsız bir varlık olma hakkına
sahiptir. Bunun dayanağı, egemenliğin milletten kaynaklandığına ilişkin egemenlik teorisidir. (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Füsun Arsava, Halkların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Tarihçesi ve Günümüze Getirdiği Problemler, s. 387-9)
Uluslararası camia SDR’ın bu ikilemi ile yaşamak zorundadır. Halkların azınlık, istisnai olarak çoğunluk olarak yaşadıkları ülkelerde uzun süre insan hakları ihlâllerine maruz kalmaları, baskı altında yaşamaları ve kötü muamele görmeleri halinde kendi devletlerini kurmaya matuf sezession (ayrılma) hakkı kullanabilecekleri tezi, günümüzde hâkim olan yaklaşımdır. İnsan hakları ihlâllerinin sona erdirilmesi için yapılan çeşitli girişimlerin bir sonuç vermemesi durumunda ultima ratio (son ve kesin söz) olarak bağımsızlık hakkı uluslararası camia tarafından zorlanabilir. Yeni bir devletin kurulması uyuşmazlık taraflarını birbirinden ayırmak, kurbanları korumak nedenleri ışığında rasyonel gözükebilir. Ancak bu tür bir olgunun SDR ile ilgisi bulunmuyor. Bu hakkı, bütün halklar diğer halkların tekabül eden hakkına uygun düştüğü nispette herhangi bir sınırlama olmaksızın iddia edebilir. Hakkın iddia edilmesi hakkı vermekle yükümlü olanın davranışına bağlı kılındığı takdirde, bir insan hakkından değil, zarar görenin mükâfatlandırılmasından söz edilebilir. SDR bağlamında kendine özgü bir tez olarak, cezalandırma tezine istinat edilmesi saçma gözükse de, bu tezin SDR’ın temel zorluklarına işaret eden bir yaklaşım olarak son dönemde büyük ölçüde temsil edildiği görülmektedir. SDR sınırsız olarak kabul edildiği takdirde yerine getirilebilecekten veya istenilenden çok öteye giden vaatler söz konusu olmaktadır. Bu nedenle ümitsiz bir şekilde SDR’a sınırlamalar getirilerek duruma hâkim olmaya çalışma gerekliliği doğmaktadır. Ancak SDR’ın kendine getirilen sınırlamaları erken de olsa, geç de olsa aşacak özellikler taşıdığının göz ardı edilmemesi gerekmektedir. (A. Füsun Arsava, agy. S. 402)
Kürt Meselesi
Kaderini Kendi Tayin Etme Hakkı, mevcut Koloniyal (sömürgeci) içeriğinin dışında, söz konusu halkın bilhassa kendisi ve diğer devletler tarafından bir devlet olma varsayımının kabul edilmesi gerekir. Günümüz dünya politikasında, aktüel adaylardan Filistinliler/FKÖ, gerek devlet, gerek ulus ve gerekse devletler arası bir aktör olarak kabul edilmeleri için, özel bir konum taşımaktadır. Diğer uluslara gelince, dünya devletleri daha hassas tutumlu ve dikkatlidirler.
Günümüzde sayıları 20 (30) milyonu aşkın insan kendini Kürt olarak kabul etmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Türkiye savaştan yenik çıkan devletler arasında idi. Başkan Wilson Deklarasyonu 12. maddesi, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlık ve Milletlere, Otonomi verilmesi hakkındaydı. 1920’de Sevr (Versay’ın yakınında) barış antlaşmasıyla Türkiye’nin büyük güç olması tasfiye edildi. Antlaşmanın 3. bölümü “Kürdistan” başlığını taşıyordu ve Kürtlere, Kürdistan’da bölgesel Otonomi (özerklik) hakkını şart koşuyordu. (13 League of Nations Official Journal 1932, s. 134260. Aktaran O. Bring, agy.)
“Savaşı kazanan güçler, bağımsız bir Kürt devletini tanıyacaklarını beyan ettiler; fakat gelişmeler o yönde olmadı. Türkiye’deki reform hareketlerinden dolayı, Sevr Antlaşması hiç bir zaman uygulamaya geçemedi. Ancak Irak’ta, İngiliz Manda sisteminin çerçevesinin içinde 1922’de bir Kürt Otonomisi (özerkliği) gündeme geldi. Ahalisinin %85’i Kürt olan eski Musul Vilayetine, kendi idaresini oluşturma teklifi yapıldı. Resmi olarak, bu hususta Milletler Cemiyeti’nin Genel Kurulunda, Manda idaresiyle yükümlü İngilizlere bir Deklarasyon verildi.
“21 Şubat 1921 tarihinde gerçekleşen Londra Kongresi’nde tartışılan ‘Kürtler ve Ermeniler dâhil belki diğer tüm azınlıklara muhtariyet (özerklik) verilmesi” yolunda alınan karardan hiçbir sonuç çıkmadı. İngilizlerin o günlerde çıkarları icabı düşündükleri biricik şey, Kürt sorunu ile Faysal’ın kral seçilmesini birbiriyle bağlamak idi. Faysal’ın Bağdat’a varmasıyla birlikte Nakip Kabinesi’nin ilk işi Kurucu Meclis’i toplamak oldu. Irak’taki tüm milliyet ve kesimleri temsil eden bir heyet seçildi. Üyelerin bir kısmı, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nında faaliyet göstermişlerdi. Kürt meselesinden anlıyorlardı. Hükümet, Kürt sorununun tartışılmasına fırsat vermeden el çabukluğu marifetiyle, asıl mesele saydığı kralı seçtirme işine koyuldu.
İşin farkına varan İngiltere Yüksek Komiserliği Sekreteri, 8 Temmuz 1921 tarihli mektubunda Kürt meselesinin nasıl hasıraltı edileceğine dair bazı taktik ve yöntemler önerdi. Mektup, 11 Temmuz tarihinde Bakanlar Kurulu’nda tartışılarak şu karar alındı: “Kürt sorunu, Büyük Britanya Hükümeti ve Sevr Antlaşması’na göre; Kürtlerin seçim ve Kurucu Meclis’e üye göndermeleri, kendi isteklerine uygun tarzda olduğunu belirtmeleri üzerine, Bakanlar Kurulu da bu hakkın Kürtlere verilmesi gereğini duymaktadır. Ama Irak Hükümeti, Kürtlerin seçime katılıp, Irak’tan ayrılmamalarını arzu eder.
Kemalist Türklerin 1921-22 yılları arasında Anadolu’daki savaşta artık galip gelecekleri gün yüzüne çıkınca; Mustafa Kemal, Musul meselesini yeniden düşünüp ele almaya başladı. İngilizlerin buna karşı hamlesi ise, Şeyh Mahmud’u sürgünden getirtip ikinci Kürdistan hükümetini onun başkanlığında kurdurmaları oldu. Şeyh, Süleymaniye’ye gitmeden önce Bağdat’a uğrayıp Kral Faysal ve İngiliz Yüksek Komiseri’yle görüştü. O esnada (Türk yönetiminin bilinçli oyalama ve ihmalini kastederek) şu sözleri sarf etti: Sevr Antlaşması, artık başarılı olamayacaktır. Bu anlaşmaya göre bırakın bağımsızlığı, özerklik bile elde edilemez. Türkleri hedef alan bu sözler, İngiliz temsilcinin pek hoşuna gitmişti. Bir rivayete göre: ‘Britanya Hükümeti’yle Irak yönetimi, Şeyh Mahmud’a Kürt yurtseverlerinin umutlarının gerçekleşmesi yolunda ellerinden geleni yapacaklarına dair söz vermişlerdi.’
- Faysal’ın kral olmasının (23 Ağustos 1921) birinci yıldönümünde İngiliz kuvvetleri, Ranya’daki Kürt direnişçiler önünde yenilgiye uğramışlardı. Kral ve Irak hükümeti, Kürt isyanına karşı bir şey yapacak güçte değildiler. Kemalist Özdemir Paşa komutasındaki birliklerle Kürt savaşçıları, Süleymaniye’den Rewandız’a kadar ülkenin doğusuna egemendiler. Süleymaniye ileri gelenleri, yönetimsiz kalan bu şehrin idaresi için Şeyh Abdülkadir’in başkanlığında bir Kürt ‘Milli Meclisi’ oluşturdular. Böylece yörenin güvenliği sağlanmış ve Türk birliklerinin muhtemel saldırısına karşı savunma önlemleri alınmış oldu.
Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonra sıra Musul’a geldi. Albay Wilson, başarılı bir Musul yönetimi için o yöre insanlarından hırslı ve yetenekli olanlara sömürgelerde istihdam imkânı açılması gereğini vurguluyordu. Ancak İngilizleri bekleyen en önemli meydan okuma, Musul ve çevresinin önü alınamaz nümayiş ve gösterileriydi. Halkı sakinleştirmenin yolu, onlara, Paris’te alınan kararların özlemi çekilen iyi bir gelecek olduğunu açıklamaktı. Yöredeki seçkin aşiret reisleriyle şehir eşrafından oluşan 62 imzalı bir dilekçe Wilson’a sunuldu. Buna göre Kürdistan’a bağımsızlık verilmesi isteniyordu. Binbaşı Noel’e göre; barış anlaşması tasarısında Kürtlere beş yıl içinde bağımsızlık için başvurma hakkı tanınmıştı. Musul sorunu da böyle çözülebilirdi. Geçici yönetim kurulur, sonradan her iki Kürdistan (Kuzey ve Güney) beş yıl sonra birleşebilirdi. Yani önce küçük Kürt devletçiklerinden oluşan parçalı Kürdistan, ardından birleşik büyük Kürdistan… Bu Kürt federal devletçiklerin merkezi (başkenti) Süleymaniye olmalı, başına da Bedirhan ailesinden biri getirilmeliydi. Noel’in bu vaatkâr ve iyimser planı, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı tarafından benimsenmiyordu. Öte yandan Kemalist Türkler, Kürtlerin dışında Araplarla birlikte İngilizlere karşı hareket etme yollarını deniyorlardı.” (Kaynaklar için bakınız; Faik Bulut, Kürtlerde Diplomasi “Musul Diplomasisinde Kürtler ve Kürdistan” başlıklı bölüm, c. I, Kor yayın, 2018, İstanbul; Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu: 1918-1926, s.45-47-121, Bilge Karınca yay, 2002, İstanbul; S.İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, s.118, yıl 1967.)
Kürdistan meselesi hakkında dönemin Sovyet görüşü de şöyledir: “İngiltere’nin hedefi, Irak’ın kuzeyindeki ‘tampon devlet’i İran ve Türkiye’ye doğru genişleterek Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak ve Azerbaycan petrollerine ulaşmaktır. Dolayısıyla Ankara’da Kemalist hükümetin varlığı ve güçlenmesi, son derece önemlidir… İngiltere’nin genel hedefiyse, Afganistan’daki Nadir Şah ve İran’daki Rıza Şah yönetimlerini iç çatışmalar çıkararak teslim almak ve Türkiye’nin parçalanmasıyla ortaya çıkacak büyük bir Kürdistan ile Sovyetler Birliği’ni güneyden ‘tampon devletler’ ile kuşatmaktır.” (Mehmet Perinçek, Sovyet Kaynaklarında Kürt İsyanları isimli kitabından yola çıkılarak yapılan özet yorum için bakınız, Tek Yol Devrim web sitesi, 19 Kasım 2012.)
1925’te (Türkiye ve Irak arasındaki sınır kesinlik kazanınca), Musul sorunu da karara bağlandı. Bölgedeki Kürt halkına bölgesel Otonomi hakkı verildi ve İngilizlere, bu plânı nasıl uygulayacakları hakkında Genel Kurula devamlı bilgi verme tembihinde bulundu. Netice itibariyle, 1929’a kadar göreli bir Otonomi (özerklik) vardı. Ancak, 1932’de tam bağımsızlıklarına kavuşan Irak’ın Bağdat yönetimi dışında, Kürtlere teklif edilecek, ikinci bir seçenek artık kalmamıştı. Fakat Iraklılar, Milletler Cemiyeti’ne, Irak sınırları içerisinde, Kürtlerin özel azınlık haklarından faydalanacaklarını taahhüt ettiler.
Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, KKTEH prensibi, Kürtlerin durumuna ve tarihi gelişmenin şu ana kadar gösterdiğine göre, bir yönüyle uygulanmak istenmiş gibi görünmektedir (Sevr barış antlaşmasıyla ve Milletler Birliğinin 1925 kararıyla). Diğer yandan pratikte bu prensibin vasıtasıyla bazı otonomi girişimlerin (Irak’taki bölgesel idare, özerk yönetim) dışında başka bir anlam taşımadığını da görüyoruz. Buna bağlı olarak daha 1926’da, Bağdat’ta yayımlanan bir bildirgede, azınlık halkların, kendi dillerinde serbest olma hakkı taahhüt ediliyordu. Ancak bu da, daha sonra politik gelişmelerin sonucu baskıyla sonuçlanıyordu. Bu tür baskıların en büyüğü de Türkiye’de olmuştur.
Kurumlaşmış devletler birliği, Sevr Barış Anlaşması hükümlerini hayata geçirmediğinden, bölgedeki Kürtlerin, devletlerarası hukukun muhatabı olarak, statüsünün varlığının gündem dışında kalması, Kürtlere yönelik herhangi geliştirici faaliyet güdülmesine imkân sağlamamıştır. Yani Kürtler, kabul edilir bir politik birlik sağlamada veya dışarıya karşı dayanıklılığını ispatlamada ve aynı zamanda devletlerarası ilişkiler sağlamada yoksun kalmıştırlar. Eğer öyle bir durum olmuş olsaydı, bugün Kürt Ulusal Hareketi, şöyle durup geriye bakabilecek bir perspektife sahip olacaktı. Diğer yandan Mehabad Kürt Cumhuriyeti bir yıl yaşamıştır (Ocak-Aralık 1946). Fakat bir devletin, göstereceği dayanıklılığı ve politik bağımsızlık talebini gösterebildi mi?… Bu husus tartışılmaya değer. Bu esastan hareketle bu gün yaptığımız araştırmalarda ve gözlemlerde, Mehabad Cumhuriyeti’nin, politik birlik ve bağımsızlığın yanı sıra devletlerarası ilişkilerde de başarılı olduğu şüphe götürmez. Bu anlamda Kürtleri devletlerarası hukuk muhatabı olarak görmemek mümkün değildir. Kürt milliyetçiliğinin bu somut ifadesi, legal bir perspektifi göz ardı edilmeyecek derecede önem taşımaktadır.
Eğer bir ulus tarafından, bölgesel kontrol ve kendini idare etme vakaları, kendi devletleri veya otonomi (muhtariyet, özerklik) kurma taleplerinin, daha evvelki tarihlerde olduğu ispatlanır ise, istem, sağlam temel üzerine olur.
Günümüzde yaşadıkları devletin sınırları içerisinde politik baskılara uğrayan (bir ulus), ortak dil ve kültür mirasına sahip, kendine has özel izlenimleri olan Kürt halkının, KKTE Hakkı’nı ciddiye almak mecburiyetindeyiz. Devletlerarası hukuksal hakkın minimal talebi doğrultusunda, KKTE Hakkı’nı, bölgesel özerklik şeklindeki Kürt talebi, aynı zamanda Milletler Cemiyeti’nin 1925 bildirgesi ve Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 76. maddesiyle aynı doğrultudadır. Böylesi bir çözümü beklerken, Merkezi idareden, Birleşmiş Milletler 1966 Konvansiyonu’nun 27. maddesine istinaden, vatandaşlık ve politik hak ve özgürlüklerini kesinlikle isteme talebinde bulunmalıdırlar. Yani Kürt ulusal azınlıkları, yaşadıkları çeşitli ülkelerde, kendi dil, kültür ve dini haklarını kullanmada tamamen serbesttirler. Ülkedeki diğer vatandaşların sahip oldukları, kişi hak ve özgürlükler hakkının korunması garantisine şartsız sahiptirler.” (O. Bring’in yorumu.)
Kürt Meselesinde Sovyetler Birliği ve İki Komünist Partinin Tutumu
Sovyetler Birliği, 1946 Mehabad Cumhuriyeti’ni büyük devletler oyununa feda etmesinin ardından, Kürt hareketiyle siyasi ilişkisini asgari seviyeye indirdi. Sorunun kültürel ve akademik yönüne ağırlık vermekle yetindi. Molla Mustafa Barzani ve beraberinde 500 Peşmerge, Mehabad’ın çökmesi neticesinde Sovyetler Birliği’ne sığınmıştı. Moskova’ya (özellikle Azerbaycan Cumhuriyeti ve istihbarat kaynaklı) sunulan yanlış ve kasıtlı raporlar, Peşmergelerin üçer ve dörder kişilik kümeler halinde Ortaasya Cumhuriyetleri’nde bir çeşit sürgüne gönderilip tecrit edilmelerine yol açtı. Stalin’in ölümünden sonra yerine gelen N. Kruşçev zamanında, Barzani’nin de kişisel gayretleriyle Kremlin Sarayı’na kadar gidip derdini anlatmasıyla üzerine Sovyet yetkililerin Kürt meselesine bakışında değişiklik yaşandı. 1958’de ulusalcı subaylar Kral Faysal’ı devirince, Sovyetler Birliği, öncelikle Barzani ve Peşmergeleri Mısır üzerinden Irak’a gönderdi. İki tarafın arasında uzlaşmacı rolü oynadı.
Suriye Komünist Partisi (SKP) ve Irak Komünist Partisi (IKP) de, bu bağlamda Kürt hareketiyle yeniden temasa geçtiler. Buna ilişkin birkaç örnek verelim:
İlk örnek Suriye’den: 1930’ların başına kadar Ağrı İsyanı’nı fiilen yöneten ancak yenilen Hoybûn (Xebûn) hareketi, zaman içinde dağılmış oldu. Şêx Said ayaklanması dâhil birçok Kürt isyanına katıldıktan sonra Suriye tarafına geçen Kürt siyasi önderleri ve şahsiyetlerinden bazıları, bu umutsuzluk ortamında af çıkması halinde Türkiye’ye gitmeyi denediler ancak beklenen gerçekleşmedi. Önderlerin yokluğunda Suriye’deki Kürt genç kuşağı, girişimin dizginini ele aldı. Sözgelimi Qedri Can ve Cegerxwin benzeri aydınlar, Suriye Komünist Partisi’ne (SKP) girmeyi tercih ettiler. Onların başlıca amacı, sosyalist ve komünist fikirleri, yükselen Arap milliyetçiliğine karşı bir dayanak noktası ve barikat olarak kullanmaktı. O sırada Ermenistan merkezli Erivan Radyosu’ndan yapılan Kürtçe yayın ve propagandalar, bir anlamda “Kürt genç kuşağının ulusal özlem ve beklentilerinin Sovyetler Birliği sayesinde gerçekleşebileceği” yönünde bir hava yaratmıştı. SKP Genel Başkanı Halid Bakdaş (ki kendisi de Kürt idi), Kürt oyları sayesinde parlamentoya seçilmişti. Öte yandan 1946-57 yılları arasında hızla yükselen Arap milliyetçiliği, Kürt halkına rahat huzur vermiyordu. SKP çevresindeki Kürt militan şahsiyetleri (Cegerxwin, Osman Sebri, Reşid Hemo, Muhammed Ali Xoce, Xelil Muhammed ve Şevket Nezan gibi), Bakdaş liderliğindeki bu partinin Kürtlerin haklarını savunamayacağı kanaatine vardılar. Yeni bir arayış içine girdiler…(Faik Bulut, age, c. I, s. 284-286)
İkinci örneğimiz İran’dan: Molla Mustafa Barzani, 1940’larda “İzzet Aziz ve Mustafa Hoşnav isimli Irak’taki iki Kürt subay aracılığıyla Sovyet yetkilileriyle irtibat kurdu. Anılan ikili, Irak ile İran arasında gidip gelen Heriki aşireti reisi Fettah Ağa aracılığıyla Dr. Samedof isimli bir Sovyet görevlisine bir mektup ulaştırdılar. Kendisiyle görüşmeyi talep ettiler. Gerçekleşen görüşmede İran’da Mehabad ve Azerbaycan özerk yönetimlerine benzer yöresel hükümetin Irak’ta kurulması meselesi ele alındı. Öte yandan, bölgedeki mutlak egemenliği uzun sürmüş olan İngiltere’den şüphelenen Sovyet yönetimi; parti, örgüt veya aşiret temelinde Irak’ta huzursuzluk çıkaran Kürt hareketlerin tümünden kuşkulanıyordu. Bu yüzden, Barzani ayaklanmasını da ‘İngiliz oyunu’ olarak görüyordu. (Bakınız, Faik Bulut, Kürtlerde Diplomasi, I. Cilt.)
Irak’tan vereceğimiz üçüncü örnek, pek sivri dilli olup kimseyi beğenmeyen kimi solcu kesimler için ibretlik bir ders niteliğini taşır: İngilizlere karşı direnen Kürt ulusal hareketine destek olmak amacıyla 1939’da Süleymaniye merkezli olarak kurulan yasadışı Hêvî veya Hêwî (Umut) örgütü, programında sol söylemlere yer vermediği için eleştiriliyordu. Özünde ulusalcı yurtsever olan bu örgüt, burnu havada Iraklı Komünistler tarafından, “Nazilerin görüşlerinden etkilenen sağcı bir oluşum” şeklinde suçlanıyordu.
Irak’tan örneklemelerle devam edelim: YNK’nin tarihi lideri Celal Talabani, doğduğu şehir olan Koysancak’ta henüz öğrenciyken Kürt meselesine ilgi duyuyordu. Kendisiyle temas kuranlardan ilki Irak Komünist Partisi’nin (IKP) şehirdeki örgüt sorumlusuydu; diğeriyse Kürt yurtseveriydi. Talabani, uzunca bir süre komünist yetkiliyle sohbet edip yayınlarını okuduktan sonra, IKP’nin Kürt halkının temel haklarının verilmesine sıcak bakmadığını anlar anlamaz, tercihini yurtseverlikten yana yapmıştı.
1950’li yıllarda KDP, bu kez IKP ile yeni zeminde ilişki kurup bazı konularda anlaştı. IKP, Kürt halkını, ülkedeki Türkmen, Asurî, Ezidi ve Ermeni topluluklarının derekesine indirgeyip azınlık olarak kabul ediyordu. 1956 yılındaki kongresinde bu tutumunu değiştirdi. Böylece KDP ile IKP, dört noktada anlaştılar: 1) Kürtler bir ulustur ve kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. 2) Kürdistan’da ulusal, ilerici ve demokrat bir parti bulunmalıdır. 3) Emperyalizme karşı ortak mücadele verilmelidir. 4) Arap ve Kürt halkı, birbirlerinin kaderini tayin hakkını tanımalı; ulusal bütünlük temelinde mücadele etmelidir.
IKP, ayrıca o koşullarda Kürtlere özerklik verilmesini en iyi çözüm yolu olarak benimsedi. Ancak IKP, Barzani’nin partisi içindeki kanatlardan birini desteklemek suretiyle KDP’nin içişlerine gereğinden fazla müdahale ediyordu. KDP, 18 Ekim 1958 tarihli raporuyla şikâyetini bildirdi. Bunun üzerine 10 Kasım’da iki parti arasında dayanışma merkezli bir anlaşma imzalandı.
Bu konu şöyle özetlenebilir: KDP bağımsız Kürdistan’dan vazgeçmiş; buna karşılık IKP de Kürtlere özerklik verilmesini kabul etmişti. Bu arada belirtmekte yarar var: KDP, Irak’taki partiler içinde kendisine en yakın duran IKP ile Ulusal Dayanışma Yüksek Meclisi oluşturdu. IKP, 1963-1973 yılları arasında Barzani önderliğindeki ayaklanmaya da fiilen katıldı. Pan-Arabist Baas Partisi ile 1973’te imzaladığı Ulusal Eylem Planı nedeniyle IKP taraftarları ve KDP mensupları arasında birçok yerde çatışma çıktı. İki parti arasına kan girdi; IKP militanları, silahlarıyla birlikte Baas iktidarının mevzilerinde yer aldılar. 1979’da ikili ilişkiler tümüyle kesildi ve IKP, Kürdistan’ı terk etti. IKP ile silahlı çatışmasında, Kürt aşiret mensupları KDP’yi desteklemişlerdi. (Faik Bulut, age.)
Irak Komünist Partisi (IKP) ise, oradaki Kürt hareketini (Barzani ve KDP), Sovyetler Birliği’nin Irak hükümetleriyle olan ilişkilerinin olumlu yahut olumsuz gidişatına göre bazen “ilerici” kimi zaman da “gerici” olarak niteliyordu.
IKP, 1970’lerde İlerici Ulusal Cephe politikası çerçevesinde iktidardaki Baas Partisi’nin koalisyon ortağıydı. Sovyet yöneticileri, o tarihte, KDP’nin de böyle bir cephede yer alması için Molla Mustafa Barzani’yi defalarca ikna etmek gayret sarfetti. Ancak Barzani, bunun Saddam Hüseyin’in kötü oyununa alet olmaktan ve tuzağına düşmekten başka bir işe yaramayacağının farkındaydı. Bu nedenle Sovyet önerilerini kabul etmedi. Nitekim Saddam Hüseyin, 1970’lerden itibaren Baas dışındaki bütün parti ve siyasetleri tasfiye edince, Komünist Partisi, Barzani’nin kurtarılmış bölgelerindeki kamplarına sığınmak durumunda kaldı.
Aynı bağlamda, yaşamsal bir ihtiyaca işaret edeyim: Aslında 1900’lerden bu yana ulusal meselelerin şiddetle yaşandığı Filistin, İsrail, Suriye, Irak, İran, Türkiye gibi ülkelerdeki Sovyet yanlısı komünist partilerle diğer sol kesimlerin bu soruna niçin başarılı çözümler bulamadıkları, ezilen ulus mensubu kitleleri niçin çevrelerine toplayamadıkları üzerine yapılacak ciddi bir araştırma, Türkiye’deki duyarlı ve ilkeli sol kesimlerin kendilerini gözden geçirmelerine de yardımcı olabilir.
Irak’taki Kürt Referandumu ve Solda Tartışmalar
Suriye’de başlayan ayaklanma ve silahlı çatışmalar, 2011 yılından bu yana çeşitli şekiller (İŞID’in Rakka’yı başkent yaparak hilafet devleti kurduğunu ilan etmesi, El Nusra Cephesi’nin İdlib ve çevresini kurtarılmış bölge yapması, Batı ve Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu’nun sınır bölgelerindeki askeri faaliyetleri, PYD ve bileşenlerinin silahlı İslamcı çetelerle çatışarak denetim altına aldıkları Afrin, Kobani, Haseke, Cizir gibi sınır bölgelerinde kurdukları kanton ve daha sonra federal sistem, Suriye’nin geneline yayılan iç savaş, Rusya, ABD, Türkiye ve İran’ın taraf oldukları askeri müdahalelerle operasyonlar) alarak günümüze kadar sürdü. PYD ile Suriye Demokratik Güçleri (SGD), İslamcı çetelerle savaşırken bir yandan ABD ile Koalisyon Güçleri’nin aktif desteğini aldı. Diğer yandan Suriye ile dirsek temasını kaybetmeden Rusya ile siyasi ve askeri güç birliği yaptı. Her iki süper devlet arasında denge siyaseti izleyen PYD, başlangıçta kendi denetimi altındaki OSÖ çatısı altında faaliyet göstermeyi öneren Türkiye’nin bu teklifini reddetti. O tarihten bu yana, “AKP yetkilileri, PYD’nin varlığını Türkiye’nin bekası için tehdit ve tehlike kabul ettiler. Buna uygun biçimde karşı tarafa dolaylı ve dolaysız operasyonlar düzenlediler. ABD ve Rusya ile eşgüdümlü çalışması ve denge siyasetlerini gözetmesi sayesinde bu operasyonlardan az zararla çıkan PYD, başta AKP ve MHP olmak üzere diğer sistem partilerinin ana hedeflerinden birisi haline geldi, getirildi. Türkiye’deki ulusal sol diye tanımlanabilecek kesimler, PYD’nin federal sistem ve özerklik taleplerini bölücülük olarak algıladılar.
Derken, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Irak merkezi hükümetleriyle olan anlaşmazlığından ötürü, Kürtlerin geleceklerini belirlemeleri için 25 Eylül 2017’de bir referandum düzenledi. Bu referandumun, belli ölçülerde, yabancı devletlerden alınan vaatler üzerine düzenlendiği söylendi. Destekleme vaadinde bulunan devletler arasında “ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin olduğu” da söylendi. Ancak ABD ile Batılı ülkeler referandumun ertelenmesi yolunda ciddi uyarılarda bulundu. Türkiye ise “Iraklı Kürtlerin kuracağı devlet, bizdeki Kürtleri de etkileyip ayağa kaldıracak. Zaten Rojava’da bir PYD ve Kandil’de bir PKK belası var” diyerek aniden manevra yapıp Irak ve İran’la bir araya geldi. Referanduma karşı ortak kararlar aldı. Batılı ülkelerin destek vermemesine ek olarak bölge ülkelerinin fiili olarak anti-Kürt bir ittifak kurmalarının ardından Haşdi Şaabi ile Irak ordusu, başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin hemen tümünü Kürt yönetiminin elinden aldılar. Kürtler, büyük bir gerileme içine girdiler. Barzani ve çevresinin yanlış hesabı (neredeyse 1974-75 yılındaki yanılgıların ve vizyonsuzluğun benzeri) Bağdat-Ankara-Tahran hattından döndü.
Bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’deki sol çevrelerden herkes kendi algısına ve çevresine göre gerek Suriye gerekse Irak Kürtlerinin kendi geleceklerini tayin etme meselesini gündemlerine alıp tartışmaya başladılar. 1970’lerde solcu, 1980’lerden itibaren feminist olan ve ülkedeki kadın hareketinin bilinen isimlerinden Ayşe Düzkan, bu noktada önemli bir tespit yapmış: “Türkiye’den yükselen sağlı sollu bütün uyarılara rağmen güney Kürdistan’da referandum gerçekleşti. Türkiyeliler ve özellikle Türkiye solu olarak, hayatımıza doğrudan etkisi olmayacak her şey gibi, bu konuyu da iştahla tartıştığımızı söylesem umarım gücenmezsiniz. Bu tartışmaların bizzat biz Türkiyelilerle ilgili birçok şeyi ortaya serdiği fikrine katılmamak mümkün değil. Tartışmalar sırasında, güney Kürdistan referandumunun karşısında duranların milliyetçi, ırkçı reflekslerle hareket ettiği iddiası itibar gördü; fikirden çok refleksle hareket edildiğine katılmakla birlikte bütün meselenin bundan –yani Türk olmanın avantajlarına yaslanmaktan- ibaret olduğunu düşünmüyorum. Ve bu yaklaşımın zaman zaman tartışma imkânını ortadan kaldıracak şekilde kullanıldığına inanıyorum….Siyaset akıl işi tabii, fakat bunu akıl verme olarak yorumlayınca insan Erdoğanistan sınırları içinden Barzanistan’a dudak bükecek hale gelebiliyor… Öte yandan, siyaseti uluslar ve ulus-devletler değil, sınıf üzerinden düşünmek gerçekten çok önemli ve değerli ama burada ilk hesaplaşılacak ve uzaklaşılacak muhakkak ki insanın kendi ulusu ve kendi ulus-devleti.” (Ayşe Düzkan, “Gülme Komşuna” başlıklı yazı, ArtıGerçek internet gazetesi, 27 Eylül 2017.)
Düzkan, böyle yazmış. Bir de bu meseleyi tartışan kimi sol fikirlerden alıntı yapalım:
Akademisyen ve yazar Birgün Ayman Güler, eskiden Türkiye İşçi Partisi içinde yer almış ve kendini solcu olarak niteleyen bir siyasetçi. 2011 yılında CHP listesinden İzmir Milletvekili oldu. 2015 yılında CHP’den istifa etti. Şimdilerde Aydınlık gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Güler, Temmuz 2014’te parlamento genel kurulunda bazı HDP milletvekilleriyle ulus-devlet kavramına ilişkin tartışması sırasında şöyle dedi: ”Türk, bir ulusun adıdır; Kürt, bir milliyetin adıdır. Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit olamaz.” (NTV internet sayfası, 24 Ocak 2013)
Barzani yönetiminin referandum yapmasını bölgedeki enerji kaynakları, uluslar arası rekabet ve sol açısından değerlendiren akademisyen Engin Kurtay, şunları yazmış:
“Geçen yüzyıl başında Wilson’un ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ söylemi bugün kimlik siyasetinin romantikleştirdiği çağrışımlarla ‘Halkların demokratik özerklik talebi’ şeklini aldı. İngiltere’de (İskoç), Sovyetler Birliği’nde (Çeçen, Ukrayna, Baltık mikro devletleri vb vs…), Çin’de (Uygur), Belçika’da (Flaman) vb bitmeyen ayrılma histerisinin son örnekleri İspanya’da Katalan ve Irak’ta Barzani maskaralıklarıydı. Her ikisi de şiddetle bastırıldı.
Kültür-kimlik siyasetçisinin burada ‘halk’ dediği şeyin, aslında ‘demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a isabet etmediğini tespit etmemiz gerekir. Kültür-kimlik siyasetçisinin dilindeki ‘halk’, türlü politik adapçı isimlendirme cambazlıklarıyla bireye kadar bölünebilen ve gerçekte karşılığı olmayan bir şeydir. ‘Demokrasi’ kavramındaki ‘demos’a karşılık gelen ‘demokratik hak’ ise, ortak bir coğrafyayı ve bu coğrafya üzerinde yaşayan insan topluluğunun (demos’un) bu ortak coğrafyayı paylaşmasından kaynaklı ortak sorunlarıyla baş etmek için belirledikleri hak ve sorumluluklara işaret eder. Öyleyse kültür-kimlik siyasetçisinin ‘Demokratik hak’ dediği şey, daha en baştan ‘demokrasi’ sözcüğünün anlamıyla (analitik düzeyde) çelişir: her türlü ayrılık/özerklik talepleri daha en baştan coğrafya ortaklığını ve bu ortaklıktan kaynaklı sorunları yadsımasıyla -tanımdan hareketle- ‘demokratik’ değildir. Dolayısıyla bunu savunmak her durumda ‘demos’un üstünden ve havadan bir konuşma biçimidir.
Tabii ki ne İskoç ne Çeçen ne Ukrayna (hele ki SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan ulusların plastikliğine sayısız geri zekalı örnek verilebilir: biri borç çorbasına diğerinden daha çok pancar, diğeri ise öbüründen daha çok soğan koyar ve bu lezzet farklılığını kendi ulusal kimliğinin otantikliği diye anlatır) ne Uygur ne Flaman ne Kürt ne Katalan ne Çek ne Slovak ne Makedon ne İrlanda hareketlerinde böyle bir ışık görmedik, görmüyoruz. Yugoslavya’da da görmediğimiz gibi… Dolayısıyla bu ayrılmaların hepsi Vico’cu spiral tarih modelindeki geri savrulmalara örnektir.
Öyleyse zamane ayrılıkçı ‘halk’ hareketlerinin ‘plastikliğini’ aklımızda tutarak bunlara en ufak bir romantik çağrışım yüklemekten özenle kaçınalım ve böylece merceği Ortadoğu’ya yerleştirerek Barzani’nin referandumunu izleyen gelişmelere bakalım…
ABD’nin de Kürt projesine desteğinin bölgesel kargaşayı sürdürmek ve bu koridorların hiçbirinin etkinlik kurmasına izin vermemek amacından ibaret olduğunu da görmemiz gerekir. Aralarında birlik kuramayan ve savaşma becerileri sınırlı bu Kürt fraksiyonlarını ABD zaten hiçbir zaman güvenilir bir müttefik olarak görmedi. ABD uçakları sayısız sorti yaparak Kobanê’de IŞİD karşısında sıkışan Kürt grupları yok olmaktan son anda kurtardı. ABD’nin IŞİD’le savaştırma bahanesiyle YPG’ye yığdığı silahlar Barzani’yi kaygılandırdığı için Barzani inisiyatifi elde tutma kaygısıyla alelacele bağımsızlık referandumu düzenledi. Sonrasında da Şii Haşd-el Şaabi ve Şii Irak ordusu karşısında hiçbir direnç göstermeden Kuzey Mezopotamya petrol havzalarını bütünüyle Şii Hilali’ne terk ettiler. Oysa beklenti bunun tam tersiydi: Şii baskısı altında Kürt kabileler birleşecek, Kerkük’te ulusal bir bağımsızlık ve kurtuluş savaşı başlayacak, bu savaştan da bütün bir Kürt ulus kimliği doğacaktı… Ama öyle olmadı. ( Engin Kurtay, “Kasabanın Sırrı ve Dört Koridor” başlıklı makale, 22 Ekim 2017, sendika.org sitesi.Yazı, Prof. Şener Üşümezsoy’un katkılarıyla hazırlanmıştır.)
Kurtay, sömürgeci aydın mantığına benzer bir zihniyetle hareket ediyor. Üstenci ve her şeyin en iyisini bilen havasındadır. Buna karşılık ezilen bir ulusu beyinsiz, idraksiz, algısız ve koyun sürüsü sanan bir tutum takınarak Kürt temsilcilerini küçümseyebiliyor ve onlara satır arasında hakaret etmeyi de marifet olarak belliyor.
TKP çevresinden akademisyen İlker Belek’e bakalım: “Ayrıca unutmayalım: ABD’nin Barzanistan’ı yaratmasının nedeni tamamen petrol ve doğalgazla ilişkili. Bölgenin tam 45 milyar varillik yüksek graviteli petrol ve 3 trilyon metreküplük doğal gaz rezervlerine sahip olduğu ve Irak merkezi yönetiminin itirazlarına rağmen Amerikan Exxon Mobile’ın, İngiliz şirketlerinin buraya yoğunlaştığı biliniyor.
Hal böyleyken, ABD’nin herhangi bir kuvvetin gerçekleştireceği askeri bir operasyona sessiz kalması düşünülebilir mi?
AKP iyice sıkıştı. Bölgede ancak Rusya’nın koluna sarılarak adım atabiliyor. Elleriyle besleyip, büyüttüğü Barzani şimdi hiç istemediği işler karıştırıyor ve bu ortamda AKP kendi başına bir şey yapabilecek olanaklara sahip değil. Değil, çünkü Barzanistan bir Amerikan projesi ve o projede AKP’ye verilen rol devlet memurlarının maaşlarını ödemek ve biraz da petrolün kırıntılarını toplamaktı.
Daha da önemlisi şu: Referandumun yapılması da, bir şekilde yapılmamasının ya da sınırlanmasının sağlanması da, sonrasında Barzani’ye karşı girişilecek siyasi, askeri yaptırımlar da, yaratacakları kritik ortam nedeniyle ABD’nin işine yarayacak. (İlker Belek, “AKP Irak’a Girer mi” başlıklı yazı, Sol Haber Portalı, 25 Eylül 2017.)
Belek’ten bir yazı daha: “Sanki gözlerden kaçtı: Erdoğan’ın danışmanı İlnur Çevik, New York Times gazetesine verdiği röportajda Suriye’nin kuzeydoğusunda bir Kürt kantonunu kabul edeceklerini belirtti. Yaklaşım, yeni değil. İktidar Rusya’nın hazırladığı Suriye anayasa taslağını benimsediğini açıkladığı anda iş bitmişti. Zira o taslakta Kürt otonomisinden söz ediliyordu. Yine de, Erdoğan’ın çok yakın çevresinden birisi tarafından doğrudan dillendirilmiş olması önemli.
Öte yandan, AKP’nin hala Fırat’ın batısı ile doğusunu birbirinden ayırmaya çalışması, benzerlerini daha önce çok yaşadığımız göz boyamaya yönelik bir tutum. Çünkü çizim yetkisi kendisinde değil. Suriye’ye giriş nedenlerinden birisi neydi ? Kürt kuşağını önlemek ve Suriye’de herhangi bir biçimde Kürt oluşumuna izin vermemek. Gelinen noktada bu gerekçe tamamen geçersizdir. YPG’yi doğuya atmak lafı da yalanıp yutulacaktır. Zira son haberler Esad’ın El Bab-Menbiç-Rakka karayolunu ele geçirdiğini, Rusya’nın AKP’ye çektiği sınırın Bab olduğunu, YPG ile Esad’ın Rojava’nın geleceği konusunda anlaştıklarını, yine de AKP’nin bütün işleri karıştıracak bir Menbiç macerasına girişmesini önlemek açısından Rojava’nın kimi sınır mıntıkalarına Suriye bayrağının çekileceğini bildiriyor.
Emperyalizmin bölgedeki en önemli hedeflerinden birisi de Irak ve Suriye’de Kürt devletleşmesiydi. Bu işi de bir şekilde AKP’ye yaptırmış oldular. Ancak Türkiye de aynı planın parçasıdır. 1917 Sovyet devrimi olmasaydı, Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşma ve sonrasında ‘bağımsız’ kalabilme şansı çok düşüktü. O nedenle bu gidişle Türkiye’nin kaderi de parçalanmaktır. Parçalanma burada da Kürt devletleşmesi üzerinden olacaktır. Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi etkileyecek, kaos biraz yatıştığında büyük güçler bu kez Türkiye’ye “hadi demokratikleş” diyecektir. Geçmişi vardır, geleceği de böyle olacaktır. Anın en stratejik müttefiki Rusya PKK ile YPG’yi terör örgütü saymadığını yüzlerine söylemektedir. ABD hiç olmazsa PKK’yi listeye dâhil etmiştir.
Bizdeki Kürt devletleşmesinin şiddet öğesini ne dozda içereceği iktidarların tutumuna bağlı olacaktır. Türkiye AB kapısındadır, AB yerel yönetimler şartını yerine getirmesi gerilimi düşürecek, aksi tutum bir dış müdahaleyi bile gerektirebilecektir. Kürtler, sevinmesin. Rojava, demokratik özerklik dedikleri bağımlı bir eyaletten başkası değildir. Bu işlerde silahı veren yönetir. Rojava daha şimdiden Amerikan üsleriyle doludur. Bağımsızlık ve eşitlik olmadan özgürlük olmaz. Kendi kaderini tayin hakkı sosyalizmdedir.
IŞİD’a karşı verildiği söylenen mücadele emperyalizmin şablonuyla tanımlanmış bir görevdir. AKP için de, Kürtler için de. Antiemperyalizmi unutan, emperyalizmin kuklası olur. Halklar ise ancak sınıf mücadelesiyle kardeşleşir.” (İ. Belek, “AKP, Kürt Devletleşmesini Kabul Etmiş Oldu” başlıklı makale, Sol Haber Portalı, 16 Şubat 2017.)
Belek’ten son bir değerlendirme alalım: “Barzani 25 Eylül’de referandumu yapar. Yapamasa da bir şey değişmez. Emperyalizmin Kürdistan projesi devam eder…Aslında AKP açısından ‘bağımsız’ bir Barzanistan her bakımdan daha tercih edilir bir gelişme. Ama burada kendisini rahatsız eden nokta ‘bağımsız’ Kürdistan yönündeki gelişmenin Irak ve Suriye’de sınırlı kalmayacak ve mutlaka Türkiye sınırları içine de somut şekilde yansıyacak olması…
Bu oyun, konu Kürt ve Türk diye konuşulmaya başlandığında kurulmuş oluyor. Şimdi referanduma karşı sınırda büyük askeri tatbikatlar yapmak ise yalnızca kaynaklarımızı tüketmeye yarıyor. Bu oyun nasıl mı bozulur: İşçi sınıfının çıkarları diye konuşulmaya başlandığında. Bu oyunu işçi sınıfı bozar.” (İ. Belek, “Şimdi Bu Havalar Ne Böyle, Barzanistan’ın Temelini Atan Siz Değil misiniz?” başlıklı yazı, Sol Haber Portalı, 21 Eylül 2017.)
Akademisyen olmasına rağmen Belek, alan adamı değildir; olayları masa başından ve kitaplardan teorik olarak izleyen biridir. Sol ezber, kalıp ve klişelere göre düşündükçe önyargılı ve sabit fikirli biri olarak Kürtlerin karşısına dikiliyor. Son yıllarda TKP çevresi için “Kadıköy devrimciliği veya komünistliği” diye bir deyim icat edilip, söz konusu çevreye yakıştırıldı. Belek’e kalsa, semt kahvesinde tavla oynayan iki kişi anlaşmazlığa düşüp o tavlayı birbirlerinin kafalarına geçirse, bunu, “sınıf bölündü, sınıf zayıfladı” şeklinde yorumlayacaktır. Oysa örnek verdiğimiz kahvedeki insanlar zaten işsizlik veya başka nedenlerle orada öteden beri oturup vakit öldürüyorlardı. Sınıf mücadelesine katılmış değillerdi.
Dolayısıyla Birgün Ayman Güler, Engin Kurtay ve İlker Belek’in hakkından gelecek olan, bu kez, Kürt kesiminden sivri dili, üslubu ve düşünce tarzı olarak yukarıda adı geçen üç şahsiyetten aşağı kalmayan birinin aşağıdaki itham yazısıdır: “Sömürgecinin sağcısı da solcusu da mesele sömürgenin özgürlüğü oldu mu birdir. Bu yüzden metropol solcularının sömürgeye olan yaklaşımı en fazla yıldızlı faşizmdir. Sömürge halkı özgürlük mücadelesinde her kazanım elde ettiğinde taktıkları maske hemen düşer. Sömürgecilik ve üstünlük bilinçaltları açığa çıkar. Pratikleriyle belli ettirirler. Sömürgeci solculara göre sömürge halkı, özgürlük arayamaz. Çünkü iradeleri yoktur! Eğer arıyorlarsa bu başkalarının oyunudur. Saf ve kandırılmaya müsait olan sömürge sömürgecilik savaşında daha büyük sömürgeciler tarafından kullanılmaktadır…Kürt halkının elde ettiği bu kazanımları engellemek ve itibarsızlaştırmak için Ortadoğu’da İran, AKP, Arap solcularıyla milliyetçileri, Türk solcuları, milliyetçiler, İslamcı ve ümmetçiler, faşist Baas rejimi ve hatta teslimiyetçi ENKS dahil bütün Kürdistan karşıtları hep bir ağızdan kampanya yürütür gibi karalıyorlar…Kimi ‘emperyalizmin işbirlikçisi’ derken kimi ‘Kürdistan düşmanı’ diyebilecek kadar aşağılaşmış durumda…(Seydo Turgut: Anti Emreryalizm Adına Kürt Kazanımlarını İtibarsızlaştırmak” başlıklı yazı, Aryen Haber sitesi, 21 Mayıs 2017.)
Kuşkusuz S. Turgut, içinin acısıyla verdiği cevapta, toptancı bir mantıkla hareket ediyor; şu veya bu siyaset ayrımı yapmadan herkesi aynı kefeye koyup veryansın ediyor. Buna katılmak imkânsızdır.
Bu toptancı mantık, kimi sol çevrelerde yansımasını bulabiliyor: Söz gelimi sınıf mücadelesi ezberiyle, kendisi gibi düşünmeyenleri ve özellikle ulusal özgürlük mücadelesi verenleri suçlamanın uç mantığına bir örnek verelim: 13 Nisan 2010 tarihinde Samsun’daki bir duruşmayı izlemeye giden dönemin DTP Başkanı Ahmet Türk yumruklu bir saldırıya uğramıştı. Bu haber üzerine, “sınıf mücadelesi aşkıyla yanıp tutuşan” bir solcudan şöyle bir sosyal paylaşım gelmişti: “Olayı abartıyorsunuz. Hatta oh olsun bile diyorum. Çünkü nihayetinde yumruk atan bir emekçi, yumruk yiyen ise feodal bir ağadır!”
İkinci örneği de milliyetçi bir Kürt’ten aktarayım: Kandil’de yaptığı söyleşiler nedeniyle gazeteci Hasan Cemal hakkında dava açıldı ve kendisine hapis cezası verildi. Anlaşılan PKK ve HDP düşmanı sayılan Kürt milliyetçisi bir zat, bunun üzerine, şu paylaşımda bulunmuştu: “Ohhh canıma değsin! Sen misin demokratlık adına gidip Kandil’dekilerle röportaj yapan!”
Sol aydınlardan Haluk Yurtsever’den iki uzun alıntı yapalım. İlki kendi içinde çelişkilidir. Bir yandan Kürtlerin geleceklerini belirlemelerine asla itiraz etmiyor. Diğer yandan Irak Kürdistan bölgesini sadece Barzanilerin egemen olduğu bir mıntıkadan ibaret gören, dolayısıyla buraya Barzanistan diyerek üstenci bir bakışla oradaki toplumu küçümseyen, iradesiz sayan bir tahlil yapıyor. Deyim yerindeyse, Türkiye sosyalistleri arasında hayli yaygın olan “klasik sınıfsal ezber”den hatta illet ve marazdan bir türlü kopamıyor:
“Her ulusun, halkın, hatta topluluğun kendi yazgısını belirleme, ayrı devlet kurma hakkının, komünistler, hatta kendisine “demokratım” diyenler için tartışma dışı olması gerekir. Hakkın varlığını tanımak, her somut durumda şu ya da bu biçimde kullanılmasını onaylamayı/desteklemeyi gerektirmez. Ama bu kayıt da, söz konusu topluluk dışındakilere hakkın kullanımını koşullara bağlama, yok sayma, engelleme yetkisi vermez.
Barzani yönetiminin 25 Eylül’de gerçekleştirdiği referanduma önce bu açıdan bakmak ve Irak Kürtlerinin ayrı devlet kurma hakkına da, bunun için referandum düzenleme yetkilerine de ilkesel olarak karşı çıkmamak gerekir. Bu referandumu hangi gerekçeyle olursa olsun gayri meşru, geçersiz, ‘yok hükmünde’ saymak, ayrıca apolitik bir tutumdur. Referandumdan yüzde 92.73 oyla bağımsızlığa evet sonucu çıktı. Bu saatten sonra, hiç kimse bu referandumu yapılmamış sayamaz. Türkiye, Irak, İran egemenlerinin ve milliyetçilerinin çıkardıkları gürültü bu gerçeği değiştirmez…
Uluslar da, sınıflara bölünmüş biçimde var oluyorlar. Dolayısıyla, somut siyasal sorun olarak ele alındığında ulusal sorun, aynı zamanda sınıfsal bir sorundur. Egemenler, emperyalistler, komünistler tutumlarını sınıfsal bir yön duygusuyla belirliyorlar.
Barzani önderliğindeki Irak merkezli Kürt hareketi ve PKK, Kürtlerin siyasal geleceğinde başat roller oynamaya aday iki farklı siyasal ve sınıfsal çizgidir. ABD’nin PYD’yi ‘yedekleyen’ askeri harekâtı, referandum konusundaki söylemi yanıltmasın, ABD’nin, İsrail’in ve AKP’nin tercihleri ortaktır: İsrail ve ABD, İsrail’in güvenliğini sağlamak üzere Barzani liderliğinde Kürt tampon devleti oluşturmak istiyorlar. AKP de, son çözümlemede önleyemeyeceğini bildiği Kürt devletleşmesinin Barzani hegemonyasında gerçekleşmesinden yanadır. Yeni rejimi yerleştirmek için milliyetçi, devletçi yönü ağır basan Türk-İslam sentezine muhtaç olduğu için şimdilik esip gürlemesi aldatmamalıdır. Yarın, sınıfsal işbirliği, ticaret ortaklığı öne çıkar.
Barzani önderliğinin ve Barzanistan’ın Ortadoğu halkları yararına herhangi bir gelişmenin öznesi olması, yalnız İsrail-ABD projesi olduğu için değil, sınıfsal nedenlerle de mümkün değildir…” (H. Yurtsever, “Kürt Devletleşmesinde Yeni Evre” başlıklı analiz, İleri Haber sitesi, 3 Ekim 2017.)
Aynı bir sol kalemden, Kürtlerin geleceklerini belirmelerine ilişkin görece pozitif yaklaşımdan bir örnek: “Güncelleme için, güncel olmayan bir saptamaya daha gerek var: Kürdistan’ın, Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletleri arasında paylaşılmasıyla birlikte Kürtler, bu dört devletin aralarına koyduğu ekonomik, siyasal ve kültürel sınır, engel, baskı ve asimilasyon uygulamaları içinde geç ve özgün bir uluslaşma süreci yaşadılar. Bu sürecin öyküsü uzun. Şimdiki durumun yeniliği, dört devletten ikisinin, Irak ve Suriye’nin emperyalist müdahaleler sonucunda çökertilmiş, fiilen üniter devlet olma özelliklerini yitirmiş olmalarıdır.
Daha da ayrıntılandırılabilecek verili koşullarda, başlıca iki nedenle Kürt devletleşmesi, somut siyasal bir konu olarak tüm dünya ve bölge aktörlerinin gündemine girmiştir. Birincisi, dört parçadaki eşitsiz ve bölünmüş Kürt uluslaşma süreci belli bir olgunlaşma düzeyine ulaşmıştır. 40 milyon civarında bir halk kendi yazgısını belirlemek istemektedir. İkincisi, yeni türden bir emperyalist yeniden paylaşım ve hegemonya kavgası kızışmış, Ortadoğu’da sınırların yeniden çizileceği bir uluslararası ortam oluşmuştur. Bugünü ve bundan sonrasını doğru anlayıp çözümlemek için bu iki dinamiğin,’iç’ ve ‘dış’ etmenlerin görülmesi gerekiyor. Birini görüp ötekini görmeyen bir bakış körleştirir.
Ortadoğu’nun, özellikle Irak ve Suriye’nin, emperyalistler arası rekabet ve çelişkilerin çatışma alanı haline gelmesi, bölgedeki devlet ve devletimsi örgütlenmelere, irili ufaklı silahlı gruplara, bu aşamada birbirleriyle yenişemeyen emperyalist güçler arasındaki denge ve boşluklardan yararlanarak hareket etme olanağı vermekte, aynı olgunun öteki yüzü olarak da pragmatik, ‘reel politik’ tutumlara yol açmaktadır. Devletleşme aşamasına gelmiş, Kürt siyasal hareketi de bu denge ve boşluklardan yararlanan ‘çok yönlü’ bir strateji güdüyor. Bundan çıkarak, Kürt hareketinin ABD’nin ‘kara ordusu’ olduğunu ilan etmek, ya da emperyalist merkezlerin ‘stratejik hesaplarına eklemlendiğini’ öne sürmek gerçek durumu yansıtmayan, daha çok su kaldıracağı açık olan bir süreci bir noktada donduran, ancı ve toptancı saptamalardı…
Komünistler, öteki koşullar eşitse, halkların küçük ulusal devletlere bölünmesinden değil, daha büyük devletler içinde bir arada örgütlenmesinden yana olurlar. Burada, tayin ‘hak’ından değil, siyasal tutumdan söz ediyoruz. Özetle, bir bölge devriminin ya da var olan statükoyu, devrimci ilerici yönde bozan bir gelişmenin olduğu koşullarda, var olan devletlerin ‘toprak bütünlüğü’ bizi ilgilendirmez. Hakkın varlığını kabul ise, somutlaşan bir devletleşmeyi desteklemek yükümlülüğü getirmez. Somut durumda söz söyleme, tutum geliştirme hakkımızı saklı tutarız.
Sorunun kritik noktası ve bu yazının son sözü ise şudur: Komünistlerin, gelişmeler karşısında, yalnızca çözümleme yapan, papatya falı açan edilgen bir tutum içinde davranma lüksü yoktur. Süreç ve Kürt hareketinin antenleri çeşitli etkilere açıktır. Bizim için sorun, işçi sınıfı hareketini, sosyalizmi gelişmelerin yönünü değiştirecek gerçek bir hareket olarak kuvveden fiile çıkarmaktır.” (Haluk Yurtsever, “Kürt Hareketi ve Sol Üzerine Bir Güncelleme” başlıklı makale, İleri Haber sitesi, 17 Ekim 2017.)
Genel olarak yukarıdaki eleştiri ve değerlendirmelerin kaçırdıkları temel noktalar şudur: 1) Mevcut ortam ve koşullarda bir proletarya devrimi çağından ya da sosyalist devrimlerden söz edilebiliyor mu? 2) Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerindekine benzer, uluslar arası bir emekçi ve sosyalist hareket merkezi var mı? 3) Varsayılan sosyalist ülkeler, Kürt hareketlerine yardım elini uzattılar mı ki, Kürtler onları reddedip başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkelerle iş tutuyorlar? 4) Kürtlerin bir kısmıyla ABD’nin belli bir bölgede (Suriye ve Irak) güç birliği yapmaları veya pragmatik açıdan yollarının kesişmeleri hep eleştiriliyor da, aslında siyasal ve ideolojik bakımdan Rus Çarlığı’nın mirasını devam ettirmeye bakan şimdiki Rusya ile Kürtlerin ilişkileri niçin eleştirilmiyor? Yoksa Rusya, şimdilik saldırgan olmayan veya daha az zarar verebilen emperyalist bir süper devlet değil midir? 5) Kürtlerin yaşadıkları ülkelerin iktidarlarının dünya devrimine, sosyalizme ve emekçilere katkıları var mıdır ki; kendi kaderlerini belirleme haklarına karşı çıkılıyor? Nihayetinde sözü edilen ülkelerin dördü de Kürt varlığını inkâr ve imhaya yönelik acımasız politikalar güdüyorlar. Emperyalist ülkelerle işbirliği yapıyorlar. Bu durumda, “birlik, beraberlik” adına, onlar tarafından asimile olmak, yem olmak ve sonunda eriyip yok olmak mı gereklidir?
Bol keseden üfürüp savuran bu sol kesimler, acaba IŞİD ve El Nusra gibi çetelere karşı savaş mevzisinde olsalardı, oradaki Amerikan askerleri, Koalisyon güçleri ve Rus birliklerine karşı nasıl bir tutum içine girerlerdi? Mesela havadan IŞİD mevzilerini bombalayan Amerikan uçaklarını, “def ol git!” mi derlerdi; paraşütle yardım kabilinden atılan silahları geri iade mi ederlerdi; IŞİD ile çatışan Batılı askeri birimlere kurşun mu sıkarlardı? Kürtleri “ayrılıkçı, bölücü, emperyalist işbirlikçisi, sınıf mücadelesine sırtını dönmüş” diye suçlayan bu tür solcular, gerçekte sözünü ettiğimiz zalim, faşist, ırkçı, inkârcı ve sınıf düşmanı iktidarların yanlarında yer almış olmuyorlar mı? Öte yandan Türkiye’deki solcular, sınıf mücadelesini yükseltip kritik bir aşamaya getirmiş oldular mı ki, Kürtlere, “sınıf mücadelesini kösteklemeyin, bekleyin sosyalizm gelince meselemizi kardeşçe hallederiz” şeklinde telkinde bulunuyorlar?
ÖDP ve Devrimci Yol Özelinde Tartışmalar
ÖDP Başkanlar Konseyi üyesi Alper Taş, Irak Kürdistan bölgesinde yapılan referanduma karşı çıkmanın, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı tezini kaleme alan Lenin’in görüşleriyle çelişmediğini savundu. Devamında şöyle dedi: “Ancak bizim Kürt meselesine dair dayandığımız paradigmalar, düşünceler var. O düşünceler ışığında İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürt sorununa bugünün dünya ve bölge halklarının gerçekliği bağlamında baktığımızda bir arada yaşam temelinde çözümünü doğru yol olarak görüyoruz. Elbette bir arada yaşamda Kürtlerin eşit ulus statüsü gözetilmeli… Lenin, ulusların ayrılma hakkını proletarya devriminin temel stratejisi üzerinden ele almıştır. Buradan da hareketle Lenin, sömürgeler sorununu, sömürge devrimlerinin emperyalizmi yıpratan öğeler olduğunu tespit etmiştir. Lenin’in veya sosyalistlerin ayrı bir devlet hakkını savunuyor olmaları, ayrılmayı önerecekleri anlamına gelmez.
Kürtler illa ayrılıp ayrı bir devlet kuracağız diyorsa, bu onların hakkıdır. Biz böyle kurulacak bir Irak Kürdistanı’na karşı değiliz. Ben, devletleşmeyi yaşamak isteyen bir Kürdün duygusunu anlayabiliyorum. Ama bir sosyalist olarak Kürtlerin ve bölge halklarının çıkarlarının birlikte yaşamaktan geçtiğini önerebilirim. ‘Bijî Kürdistan’ sloganı atmayacağım gibi ‘kahrolsun Kürdistan’ sloganı da atmam…” ( Alper Taş ile söyleşi başlığı: “Kürdün devlet özlemini anlamamak abestir”, söyleşen İrfan Aktan, Gazete Duvar, 29 Eylül 2017)
Aslında Dev-Yol geleneğinin klasik siyasi tutumuyla karşı karşıyayız: Ne o, ne de bu; hem o, hem de bu!
Alper Taş, referandum münasebetiyle partisi adına yapılan açıklamaya gelen tepkileri de değerlendirdi: “Açıklamamız, epey eleştiri aldı. Yanı sıra hakaretler, milliyetçilik ve hat faşistlikle itham edilmeler de oldu.”
Şimdi, Dev-Yol geleneğine içeriden bir eleştiriye yer verelim: Yaşathak Aslan, 1980 öncesinde Devrimci Yol dergisi yazı işleri müdürü ve örgütün Kürt bölgelerindeki örgütlenme sorumlusu olup, uzun cezaevi sürecinin ardından yurtdışına çıkıp mülteci sıfatıyla kalan bir şahsiyettir. Aslan, Devrimci Yol hareketinin Kürt meselesine bakışı hakkında görüşünü, şöyle dile getirdi:
“Devrimci Yol’un Kürt sorunundaki bakış açısı, Mahir Çayan’dan sonra derinleştirilmemiştir. Devrimci Yol, Kürt sorununa bakışta bütünlüklü değildi. Batılı, Trakyalı arkadaşlar Kemalizm konusunda daha duyarlıydılar. Kürtlerle daha yakın ilişkisi olan arkadaşlar ise Kürt meselesine daha duyarlıydılar. Fakat Devrimci Yol, orta sayfasında bu konular yer alıyordu ve yazılar bütün Türkiye’yi gözetiyordu. Benim de o dönem aklıma yatıyordu. Devrimci Yol, Türkiye ortalamasıydı, güzelliği ve büyüklüğü buradadır. Orta sayfa yazıları yazılırken Kürt sorununa duyarlı arkadaşlar da itiraz etti, Batı’daki arkadaşlar da itiraz etti, Oğuz ağabey (Oğuzhan Müftüoğlu) orta yolu buldu. Ben, Kürdistan’da bulundum ve Kürtlere yakın politikalar izledim. Buna merkezden elbette herkes karşı çıkmadı. Örneğin; Ali Alfatlı gibi arkadaşlar karşı çıkmadı. Devrimci Yol’un Kürt meselesine bakışı hiçbir zaman tamamlanmadı ve darbe geldi. Orhan Keskin arkadaşımız Devrimci Yol açısından Kürt meselesi konuşulurken önemli bir anekdottur…
Şunu da belirtmeden geçmeyeyim; Ana Fikir diye bir site var, Aydınlıkçıların alıntı yaptığı, onları saymıyorum bile. Geçmişte nerede yer alırlarsa alsınlar, onları Devrimci Yol dışı ve ulusalcı olarak görüyorum. Ana Fikir sitesini okurken midem bulanıyor. Biz bu kadar mı sağa savrulduk ve ırkçı olduk?” (Pelin Daş, “Devrimci Yol’cu Yaşathak Aslan: Kürtler İçin Hiçbir Şey Yapmamışız; Konuşma Hakkını Nasıl Görüyoruz Kendimizde?” başlıklı söyleşi, Gazete Hayır haber portalı, 2 Ekim 2017)
1984’te Diyarbakır Cezaevi’ndeki ölüm orucu direnişinde yaşamını yitiren Orhan Keskin, Devrimci Yol hareketinin Kürt bölgesindeki sorumlularından biriydi. O, Dev-Yol genel anlayışını Kürdistan özelinde derinleştirmeye çalışırken Kürtlerin uğradığı zulmü yakından, daha içeriden görebiliyordu. Bu nedenle Kürtlerin maruz kaldığı milli zulmü ve meseleyi, Devrimci Yol’un gündemine sokma çabasındaydı. Yaşathak Aslan, Orhan Keskin’in Kürt sorununa bakışına ilişkin faaliyet ve tutumu hakkında şu değerlendirmeyi yaptı:
“Orhan Keskin, Kuzey Kürdistan’da yaşanan devlet zulmüne dair bir broşür hazırlamayı bana önerdi. Destekledim, redaksiyonunu da yaptım. Örneğin; (Kürdistan’da) sömürgecilik kavramı vardı, çıkardım, kimi değişiklikler yaptım. Broşürü yayınladık ve (genel) merkezden epey bir tepki aldık. Broşürü toplatmamızı istediler, toplatmadık. Bu olay, merkezle aramızda bir tartışma olarak yaşandı ve ben, bütün sorumluluğu üzerime aldım. 30 sayfalık bir broşürdü. Orhan Keskin, Devrimci Yol’un genel anlayışını Kürdistan özelinde derinleştiriyordu, Kürt toplumuna daha somut öneriler sunuyordu. 1982’de cepheyi kurduğumuzda PKK bize ‘Bir parti haline gelelim, Devrimci Yol ile PKK tek parti olsun’ önerisi yaptı. PKK, o dönem Kürt ulusal hareketi içinde en az milliyetçi, en az ayrılıkçı olan hareketti. Süreç öyle gelişseydi ve biz savaşı devam ettirebilseydik ne olurdu, bunu bilemiyorum. Muhtemelen başka şeyler konuşuyor olurduk.” (Adı geçen söyleşi)
Aslan ÖDP somut örneğinden yola çıkarak sosyalistlerin milli mesele ve emperyalizm konusundaki tutumlarını da eleştirdi:
“Ezen ulusun sosyalistleri ile ezilen ulusun sosyalistleri keşke bu işleri birlikte kotarsalar. Ama şu anda böyle bir realite yok. Anti-emperyalizm vurgusu elbette önemlidir fakat emperyalizmin kuşatması altında olan ve NATO’ya bağlı olan bir devletin içinde yaşıyorsun. Sosyalistlerin içinde yaşadıkları devletle uğraşması gerekiyor.
Kürtlerin bağımsızlık hakkına milliyetçi cephe de hayır diyor, soldan eleştiri yapan kesimler de hayır diyor. Doğru tek değildir. ÖDP’nin yaptığı yanlış şurada: Referanduma karşı çıkış için bağımsızlık, anti-emperyalizm argümanlarını kullandı. Zaten anti-emperyalist olmayan bir ülkede yaşıyorsun. Sen kendi devletinle uğraş, kendi ülkende anti-emperyalist mücadeleyi yükselt. Her tarafa söz söyle fakat o zaman ‘Kendi ülkende ne yapıyorsun’ diye sorarlar insana. Eleştiriyi anlıyorum ama nasıl bir çözüm önerisi sunduğunu açıkça ifade etmen gerekir. ‘Şununla görüşme, bununla birlik yapma’ diyorsan çözüm sunmak zorundasın, Kürt ile aynı kaderi paylaşmak zorundasın.
ÖDP, bugüne kadar Kürt ulusal mücadelesi için hiçbir şey yapmamış, yalnızca ‘barış’ demiş. Barış demişsin ama bölgede bir realite var. Bölünmüş Kürt coğrafyasının doğrudan adının konmasından yanayım, onlar; Kuzey Kürdistan, Batı Kürdistan, Doğu Kürdistan ve Güney Kürdistan’dır. Kürtler mezalime uğramış, sen sadece ‘barış ‘ demişsin. Barış demekle, barış gelmiyor. Güney Kürdistan’da Goran Hareketi ‘Eğer bu bağımsız ve demokratik Kürdistan ise biz ‘evet’ diyoruz’ şeklinde açıklama yaptı. Sonuçta ‘evet’ demek zorunda kaldılar. Barzani kendi iktidar çıkarları için yapmış olsa da, Kürtler için tarihte küçük de olsa bir adımdır bu referandum. Kürt halkı, bağımsızlığa evet diyor. Bunu kabullenmek zorundasın. İşin içinde olmuş olsan, mücadele etmiş olsan Goran Hareketi gibi söz söyleme hakkın da olur. Biz tabi ki ‘bağımsız, anti-emperyalist, demokratik bir Kürdistan’ı arzu ediyoruz. Fakat Kürt halkı tarihinde ilk defa böyle bir referanduma gidiyor, biz buna hayır diyemeyiz.
Açık konuşmak gerekiyor, biz bu işin sahibi değiliz, hiçbir şey yapmamışız Kürtler için. Önce Kürtler için bir şeyler yap, bir umut ver sonra konuşma hakkını kendinde gör. ÖDP’nin bu politikası o nedenle yanlıştır. ÖDP’nin yerinde olsaydım, önce Kürt meselesi nereye oturuyor sorusuyla birlikte sorunun tarihsel geçmişinin değerlendirmesini ortaya koyardım. Devrimci, ilerici güçlerin Kürt halkıyla dayanışma içinde olmadığını da ifade ederdim. Tüm dünyanın bu referandum sayesinde Kürt realitesini gördüğünü söylerdim ve Goran Hareketi’nin açıklamasına atıfla sözümü ortaya koyardım…
Cizre yanarken, Sur yanarken susarsan olmaz. Bir sürü insan, oralara gitti. Peki, ÖDP’li kaç kişi gitti, ne yaptı Sur için, kaç kişi tutuklandı oraları savunduğu için? Bir yığın aydın gitti Sur’a. Zülfü Livaneli UNESCO Türkiye Temsilciliği’nden çekildi. Sen ne yaptın? Bu meseleleri daha derin eleştirebilmek için taraf olabilmeliydik. Taraf değiliz ki…Sur’da yoktuk, Cizre’de yoktuk, Silopi’de yoktuk, Nusaybin’de yoktuk, Yüksekova’da yoktuk.
Herkes (Diyarbakır) Sur’u yok ettiler. Kürdistan’ı ağır ağır yok ediyorlar. Sen buna ses çıkarmıyorsun, ondan sonra Güney Kürdistan’daki referanduma ses çıkarıyorsun. Hangi hakla?
Bölgede emperyalistlerin etki alanı dışına çıkabilmiş bir güç yok. Şunu düşünebiliyor musunuz; Batı Kürdistan’a (Rojava’ya) devrimciler gidiyor ve Amerikan silahlarıyla savaşıyorlar. Burada bir şeyi ölçüyoruz. Ortada IŞİD gibi tehlike var ve öyle bir vahşet geliyor ki sana doğru, Amerikan silahlarına razı olabiliyorsun! Öyle berbat bir durumdur. PKK, ABD ile görüşüyor. Bolşevikler, devrimden sonra ABD ile görüşmedi mi? Bu (ABD ile görüşme ve temas), PKK’nin bağımsız olmadığı anlamına mı geliyor?
Türkiye sosyalist hareketi, bugün bir alternatif değil. Gündem yaratan bir hareket değil. Bu susalım anlamına gelmez, bağırabildiğimiz kadar bağıracağız. Bugün Türkiye, daha tehlikeli bir parçalanmanın eşiğine doğru gidiyor. Örneğin; laikliğin olmadığı bir toplumda, birey olmaz. Bir toplumu en geri noktaya çekmek istiyorsanız eğitim politikalarını param parça edersiniz. İktidar, bunu yapıyor. Türkiye için en yakıcı sorunun Ortadoğu sorunu olduğunu düşünmüyorum. Laiklik, demokrasi, eğitim sorunu çok önemli mücadele başlıklarıdır. Eğer Batı’da demokrasi mücadelesini yükseltirsen, Doğu nefes alır. Biraz büyürsen elini uzatma şansın daha fazla olur.” ( Adı geçen söyleşi)
Yaşathak Aslan’ın bu eleştirileri, Devrimci Yol geleneğini sürdüren Devrimci Hareket tarafından kabul edilmedi. Karşı bir açıklama yayınlandı. Özetle şöyle denildi:
“Son zamanlarda solda, genelde hemen her konuda içerikli ve yöntemli tartışma kültürünün yerini büyük oranda sataşma ve yakıştırmalara bıraktığını, daha ileri bir noktaya geçmek, tüm sol adına aşama katetmek için değil, birbirini mahkûm etmek için tartışmaların yapıldığını görüyoruz. 40-50 yıllık bir gelenekten gelen yapılar, kendilerini ideolojik politik olarak anlatmayan çalışma tarzlarına yedekleniyor; pragmatizm, programatik duruşun yerini alıyor ve dolayısıyla da bu durum tartışmalarda objektifliğin yerini sübjektivizme bırakmasını beraberinde getiriyor.
Irak Kürdistanı’ndaki referandumla beraber gündeme gelen tartışmalarda kimilerince hiçbir kesime yararı olmayacak bir tarzın izlenmesi, böyle bir yeterliliği de hakkı da olmayan kişilerin devrimci bir yapı adına tüm tarihini/duruşunu yok sayacak şekilde açıklama yapması ve bunların ne yazık ki kimi çevrelerce ciddiye alınması, bazı özel/kişisel meselelere değinmeyi ihtiyaç haline getirmiştir.
Daha da önemlisi bugün artık ortamın/koşulların istismara açıklığından da yararlanarak bilir-bilmez, ilgili-ilgisiz herkes her şeyle ilgili konuşuyor, tahlil yapıp iddialarda bulunuyor. Örneğin Devrimci Yol’un o koca tarihten hayal kırıklığı, Fatsa’dan ise pişmanlık damıtanlar oluyor. Bunlardan biri de son olarak Kürt sorunu bağlamında açıklama yapan Yaşathak Aslan’dır. Yaşathak bir anda Devrimci Yol ve Kürt sorunu eksperi (uzmanı) kesiliyor. Daha önce de yaptığımız bir değerlendirmede Yaşathak Aslan’ın geçmişteki kır süreci (kırsal alanda faaliyet, mücadele-F.B.) dâhil olguları aktarırkenki sübjektivizmine, askerlik anısı anlatır gibi anlatan ve sürecin sahibi gibi davranan niteliğine değinmiştik. Mevcut veriler, geçmişte ne yapmış olursa olsun Yaşathak’ın Devrimci Yol kültüründen/değerlerinden uzaklaştığını, bir yabacılaşma hali yaşadığını gösteriyor.
Yaşathak Aslan’ı, bu kez de Devrimci Yol’u Kürt sorunu üzerinden tahrif ederken görüyoruz. Ona göre; Devrimci Yol’un Kürt meselesinde bütünlüklü bir bakış açısı yoktu. Devrimci Yol Kürtler için hiçbir şey yapmamıştı; genelde de devrimci, ilerici güçler Kürt halkıyla dayanışma içinde değildi…
Ona ‘Sen nerede yaşıyorsun’ veya ‘sen kimsin’ diye sormak gerekiyor. Bunca tahrifat, bunca öznellik niye? Bu şekilde Kürt halkının ve örgütlülüğünün sevgisi de kazanılmaz.
Açık söylemek gerekirse Devrimci Yol’a taammüden (bilerek, isteyerek, tasarlayarak) haksızlık yapma noktasına gelmiş, gerçekte Devrimci Yol cahili olan birinin hezeyan içindeki hali, muhatap alınmayı bile hak etmiyor. Ancak söylediklerinin internet ortamında yaygınlaşmasının yarattığı kimi kafa karışıklıklarını gidermek açısından, bir oranda da olsa sözü geçen konulara değinme ihtiyacı duyduk.” (“Devrimci Hareket’ten Zorunlu Açıklama: Devrimci Yol, Yaşayan Bir Değerdir” başlıklı yazı )
“Sağcılık” ve Solculuk” Ekseninde Milli Mesele Polemikleri
Sol görüşlü olduğunu ifade eden Kürt akademisyen Selim Temo’nun, Alper Taş ve benzeri solculara şöyle bir eleştirisi var: “ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, Güney’deki referanduma yağız bir devrimci olarak Twitter dağlarında karşı koydu. Partisi de emperyalizmin, emperyalistlerin kurduğu Irak’ı bölmeye çalıştığını beyan eden bir beyanat yayınladı. Oysa hikâye şu: Suriye çölünde Faysal diye biri varmış, dört zevcesiyle beraber Ege’de bir sahil kasabasına yerleşme hayaliyle yaşarmış. Ama aksilik bu ya, bir gün İngilizler dört yengeyi dört, kendisini bir deveye bindirerek Bağdat’a getirip Irak’ı kurdurmuşlar. Bonus olarak da Güney Kürdistan’ı vermişler. Irak dediğimiz yer bu imiş. Önder ise, yukarıda aktardığım sözlerinin devamında ‘Kürtlerin kendisini yönetebilme ihtiyacı olduğunu’ söylüyor. Demek hak değil ihtiyaç. Suret-i haktan görünmek diye buna derler. Tam heval Sırrı’yı ayakta alkışlarken A.Taş’ı, rahmetli Lenin’in Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı kitabını kanepeye uzanmış, yakın gözlükle okurken gördük. Egemen ulusa intisap etmiş olmanın konforuyla hem bilgili hem de sevimli olduğunu düşündü. Ama burada da farklı bir hikâye var, arz edeyim: Yerli ve milli solcular pek o kıratta değil ama ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) savunmak sadece solcuğun değil, sağcılığın da ölçütüdür. Hatta UKKTH’yi kabul etmeyen sağcı olamaz, o derece. Kısaca şöyle diyeyim: Marks UKKTH’yi savunuyordu. Bazı ulusların bu hakkı sol mücadeleye zarar verse bile ortadan kalkmıyordu. Mesela Sırp milliyetçiliği, Çarlık Rusya’sının etkisini Orta Avrupa’ya yaklaştırdığı için olası Alman, Fransız ve İngiliz işçi devrimlerini tehlikeye atıyordu. Ama bu durum, söz konusu hakkı ortadan kaldırmıyordu. Marks’ın İrlanda milliyetçiliğine bakışı ise, ittifak temelliydi. İrlanda’nın ulusal devrimi İngiliz işçi devrimini hızlandıracaktı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşunda da bu şablona uyuldu. Hatta Finlandiya kendi kaderini tayin ederek ayrıldı. Ancak 1936 ‘Stalin Anayasası’nda ulus olmaya bir ton ölçüt kondu: ‘Ortak dil, ortak kültür, ortak ekonomi’ diye uzayan ölçütler, hem tekleştirme hem de Yahudileri ulus sayıp özerklik vermemeyi esas alıyordu. Komünistler herkese UKKTH’yi bol keseden dağıttığında kapitalistler geri kalmamak için 1945’te Birleşmiş Milletler’in ana metnine UKKTH’yi koydular. Dolayısıyla komünistlerin yavaş yavaş kemküm ettikleri mevzuya kapitalistler kemkümsüz hak olarak bakmaya başladı. Yani ki bırak solculuğu, sağlam sağcı olacaksan önce UKKTH’yi kabul etmen lazım. Velhasıl o gözlüklü solcular, İngilizlerin tahsis ettiği o güzel develere binip Bağdat’taki direniş eksenine katılabilirler tabii. Biz de bu şekilde solcunun taşına, sağcının minnoşuna kalmış oluruz!” (Selim Temo, “Güneyde Yenilen Kim?” başlıklı makalesi, Gazete Duvar, 13 Aralık 2017)
Temo, bu kenar notunda daha haklı ve isabetli görünüyor. Ancak bu onun, Birleşmiş Milletler kurumu tarafından Kaderini Tayin Hakkı konusunda alınan kararları, varılan anlaşmaları ve yapılan sözleşmeleri öve öve göklere çıkarmasını gerektirmez. Zira uluslararası nitelikte olması gereken bu kurumun son 30-40 yıldan beri iyice ABD ile Batılı emperyalist ülkelerin baskı, yıldırma, askeri müdahale ve işgal aracı olduğu gerçeğini görmezden gelemiyoruz. ABD ve Batılı ülkelerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına ilişkin (Birinci Dünya savaşı sonrasında yayınlanan ünlü Wilson Prensipleri dâhil) formül ve kurallarının ana çerçevesi, klasik sömürgeciliği tasfiyeye; yerine modern veya post-modern sömürgecilik yöntemlerini ikame etmeye yönelikti. Bu gerçek bir yana, Batılı emperyalist ülkelerin, çıkarları elverdiğinde bir veya birçok halkın kendi kaderini tayin hakkını engellediklerine ve hatta bu hakkı şiddet yoluyla bastırdıklarına dair çok sayıda kanıt bulunuyor elimizde.
Kürt meselesi özelinde büyük devletlerin (ABD, Avrupa, Rusya, Çin) Irak Kürdistanı’ndaki aleyhte tutumlarını, Kürt halkının haklarını Irak merkezi devletine adeta hibe ettiklerini; jeopolitik çıkarları gereği İran, Türkiye ve Irak’ın referandumda alınan sonuçları iptal eden siyasi, askeri ve ekonomik baskılarına nasıl göz yumduklarını 2017 yılının son aylarında fiilen gördük, yakından tanık olduk.
Temo kardeşimizin Batılı kapitalistlerin, “kaderini tayin hakkı” konusunda olumlu anlamda daha pratik ve pragmatik davrandıklarına ilişkin, adeta kanaat haline gelmiş bir izlenimi ve okuma tarzı bulunuyor. Buna katılmak imkânsızdır. Tersini kanıtlayacak birkaç örneği peşi sıra yazalım:
“Mustafa Barzani, Kuzey Irak’ta iki Amerikalı yetkiliyi misafir etti. Bunlardan biri CENTO’ya bağlı olarak çalışan General Anthony Dever, diğeri de rütbesi belli olmayan Perkins idi. Her ikisi, ABD Hava Kuvvetlerine bağlı özel bir uçakla Barzani’nin karargâhına yakın bir bölgede inip, Kürt lideriyle görüştüler. İki gün sonra Perkins, yanındaki dört Amerikalı yetkiliyle yeniden Barzani’yi ziyaret etti. Amerikalı ziyaretçiler, 16 milyon dolarlık yardım karşılığında bazı öneriler sundular. Barzani’nin kabul edip imzaladığı bu gizli anlaşma şu maddeleri içeriyordu: “ABD’nin Kürtlere yardımı gizli kalacaktır. Ayaklanmanın temel amacı Baas iktidarını devirmektir. Baas rejimi devrildikten sonra Kürt hareketinin (ayaklanmasının) sürüp sürmeyeceği ABD’nin daha sonra vereceği karara bağlıdır. ABD, Kürtlere özerklik verilmesini destekleyecektir. Ancak Kürtler, özerklikten başka bir şey (federasyon veya bağımsız Kürt devleti-F.B.) istemeyecekler. Kürtler, Amerikan politikasıyla çelişen hiçbir harekette bulunmayacaklar. Aksi takdirde ABD; verilen yardımı durdurabilir. Kürt hareketi, bundan böyle İran’a, bu ülkedeki Kürtleri desteklemek dâhil hiçbir zarar vermeyecek. Kürt hareketine katılmak isteyen tüm komünistlere, kapılar kapanacak. Kürt hareketi, onları desteklemeyecek ve korumayacak. Bundan böyle Kürt hareketiyle Sovyetler Birliği arasında şimdi ve gelecekte bir bağ olmayacak. Kürt hareketi, komünizme karşı çıkacak; hür ve demokratik sistemleri destekleyecek. Sovyetler Birliği tarafından verilecek tüm yardımlar reddedilecek ve bundan ABD’nin haberi olacak. Kürt hareketinin etkinlik kazanmasına koşut olarak ABD yardımları da artırılacak. Kürt hareketi içinde askeri ve siyasi kurullar kurulacak. Askeri kurulda, koordinasyon için İranlılar (görevliler) da bulunacak.” (F. Bulut, Kürtlerde Diplomasi, c. I.)
Belirtmekte yarar var: Yukarıda bahsedilen anlaşma, bir Lübnan gazetesinde yayınlandı ama başka kaynaklarca teyit edilmedi. Biz, anlaşmanın maddelerinden ziyade, ABD ile Kürt hareketi arasında temasın olduğunu ancak Amerikan tarafının sözünde durmadığını vurgulamakla yetinelim.
İkili temaslardan biri de ABD Başkanı Ronald Reagan zamanında patlak veren ünlü İrangate (Amerikan silahlarının gizlice İran’a satılması ve alınan paraların Latin Amerika’daki kontra çetelerine aktarılması olayı) sırasında yaşanmıştı:
“İrangate skandalı, ABD Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulmuş ‘Kürt Ayaklanmasına Destek Programı’ adını taşıyan gizli bir projenin varlığını ortaya çıkardı… Programın bugün de yürürlükte olup olmadığına ilişkin herhangi bir bilgi edinilemedi. Geçmiş yıllarda İran’daki rehineleri kurtarmak amacıyla… Resmi sıfatı bulunmayan şahıslar aracılığıyla bölgedeki Kürt hareketine yaklaşımda bulunarak rehinelere dönük yararlar beklenmiş olabileceği ileri sürülüyor…1980 sonrasında ABD’de bakan yardımcısı vekili olan General Secarel, İrangate Olayı komisyon soruşturmasındaki ifadelerinde: ‘Bizzat ben, bu programla ilgiliydim. Düzensiz bazı grupları destekledik. Özellikle… Kürtleri… Kendimizi geri çektiğimiz için bu insanlar ölüyor ve ölmeye devam edecekler de diyor.” (Cumhuriyet gazetesi, 24 Kasım 1987.)
Malum, 1975 yenilgisinden sonra Molla Mustafa Barzani, başta ABD olmak üzere Batılı büyük devletlerle irtibat kurmaya çalışmış ve kendilerinden çok yönlü yardım talep etmiştir. Onun dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’e yazdığı bir mektuba göz atalım: “İnancımız odur ki, kendilerini sizin ülkenizin siyasetine adamış olan halkımıza karşı, manevi ve siyasi bir sorumluluğunuz vardır. Bu yüzden, Ekselans Hazretleri, size yalvarıyoruz ve aşağıda sıraladığım hususlarda sizden bir hareket bekliyoruz: 1) Saldırıları durdurtun ve (Irak yönetimiyle) aramızda bir çözüme varmak için görüşmeler başlatın. 2) Müttefikiniz İran üzerinde ne kadar etkiniz varsa, kullanın. Halkımız ve ordumuzun varlığını koruyabilmesi için, İran’ın en azından partizan eylemlerine bir zemin hazırlamasını sağlayın.”
Barzani, mektubundaki taleplere acil cevap istemesine rağmen Kissinger, yanıtlama gereği duymamıştır. Barzani’nin bu mektubundan 12 gün sonra (22 Mart 1975) bölgedeki CIA istasyon şefi, beklenen cevabın niçin gelmediğini genel merkezine sormuş. Bunun üzerine Kissinger, Barzani’ye bir mektup iletmiş. Kürtlere yönelik o samimiyetsiz güzellemeler ve Barzani’ye dizilen sahte övgü dolu sözlerin yer aldığı mektup, aslında Kürt liderin önünü kesmeyi amaçlamaktaydı. Bunlardan biri de Barzani’yi ABD başkanı ile görüştürmemekti. Nitekim Kissinger, dediğini yaptı. Barzani’nin kendisini çağıracağına, yerine bir Kürt temsilci göndermesini istedi.” (F. Bulut, Kürtlerde Diplomasi, c. I.)
Keza Barzani, ABD başkanlarına da mektuplar yazmış; daha önce destek veren Amerikan yönetiminin 1975’te Kürt hareketini ortalıkta bırakması konusunda serzenişte bulunmuştu. Bakalım: “Sayın Başkan, sizden önceki Amerikan yönetiminin dost ve müttefik uluslara karşı izlediği politika, hem bu uluslara hem de ABD’ye zarar verici türdendi; dostlarının Amerika’ya güvenini yitirmeye yol açtı…” (Bulut, age.)
Barzani, 3 Mart 1979’da gözlerini hayata yumduğu ana kadar, Kürt meselesini Beyaz Sarayın gündemine sokmaya gayret etti. Bu amaçla dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a, 9 Şubat 1977 tarihli bir mektup göndermişti: Uzun uzun Kürt tarihinden, Kürt meselesinin geçirdiği aşamalardan ve Irak hükümetleriyle yaşanan olumlu veya olumsuz barış süreçlerinden bahsetmişti. Bu arada, dost vaatlerine güvenerek başlattığı savaşta nasıl yalnız bırakıldığından yakınmış ve taleplerini sıralamıştı. Biz, bahsi geçen mektuptaki bazı önemli diplomatik ibareleri aşağıya aktarmakla yetinelim:
“Kürt halkının bir düşü var; belki sizin Thomas Jefferson’unki kadar büyük değil ama bir özerklik düşüdür bu. Halkım bunun için savaştı; inancını ve yüreğini buna bağladı. Amerika’nın verdiği sözün, ister yazılı, ister sözlü olsun, demir bir zırh kadar sağlam olduğuna inandı. Halkım, vaat edilen mükâfatın şimdi verilmesini benden bekliyor. Ben de, Sayın Başkan, sizden bekliyorum. Sayın Başkan, bizim acılarımız, sizin dedelerinizin acılarından farklı değildir. Ki onları, değerli Amerikalı Thomas Jefferson, en iyi şekilde dile getirmiş ve belgelemiştir.
Bize, Kürt Devrimi’nin hem ABD hem de İran’dan destek göreceği söylendi. Bunu ilgili taraflar arasından heyetlerin gidiş gelişi izledi. Bizimle dostlarımız arasında koordinasyon sağlandı… Biz, dostlarımızın vaadine güvenerek bir savaşa (1974 ayaklanması) girdik. Fakat ansızın kendimizi, savaş alanında yalnız bulduk… Eğer Amerika’nın verdiği söze tam olarak inanmasaydım, halkımı bugün içine düştüğü felaketten kurtarabilirdim. Bu, Baas yönetiminin politikasını tam olarak desteklemek ve onunla güçlerimizi birleştirmek yoluyla yapılabilirdi. Ama bu tutum, Amerika’nın ilkelerine ters düşer, Irak’ın komşularına zarar verebilirdi. Üst düzey Amerikan yetkililerinin teminatı üzerine, bu alternatife iltifat etmedim. Onun yerine ABD ve İran’la işbirliğini tercih ettim. Böylece biz, kendi özerklik hedefimizi ve Irak halkının demokrasi beklentisini gerçekleştirmiş olacaktık ki, bu da tüm bölgenin çıkarınaydı.”
Barzani’nin buna benzer tüm girişimleri boşa çıkmış; Amerikan yönetimi, onun bu çağrısına kulak tıkamıştı. Çünkü Kürt lideri, J. Carter’ın dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e verdiği garantiden habersizdi. Bu garanti, ABD’nin bundan böyle bölgedeki Kürtlerle ilişkiler konusunda artık maceralar peşinde koşmayacağı yolundaki bir teminat idi. (Bulut, age.)
1970’lerin entrikalarıyla ünlü ABD Dışişleri Bakanı H. Kissinger, “ABD, Kürtler için İran ve Türkiye’yi asla kızdırmaya hazır değildir” demişti. O yıllarda Kürtlerle ilişkilerini gizli, saklı ve resmi olmayan tarzda yürüten ABD’nin, İran’ı kızdırıp küstürmeme yönündeki hesaplarını Mesud Barzani ile M. Dizayi’nin kitaplarında bulmak mümkün. 2013 yılı sonbaharında Süleymaniye’deki evinde söyleştiğim Kürt diplomasisinin duayeni sayılan Şefik Qazzaz da, bu gerçeği, birkaç kez vurgulamıştı.
Mesud Barzani; sözü edilen kitabında; “ABD, İran ve İsrail tarafından nasıl aldatıldıklarını ve Sovyetler Birliği’nin kendilerine karşı açık tutum aldığını” açıkça ifade ettikten sonra, üç konuya kendisince açıklık kazandırmaya çalışıyor.
Öte yandan Erbil’deki Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Dış İlişkiler Bakanlığı’nda önemli bir görev yapan Dr. Dindar Farzenda Zebari (veya İngilizce yazılış biçimiyle Zubier-Zuberi) ile uluslararası dengeler ve Kürt meselesi konusunda 2014 yılında Erbil’de yaptığım söyleşide, Batılı ülkelerin Kürtlere bakış açısını daha yakından tanıma fırsatı buldum. Sözü F. Zebari’ye bırakıyorum:
“Mesele, uluslararası camianın ilgisi ve çıkarları çerçevesine oturmadıkça Kürdistan’ın bir devleti simgeleyip simgelemediği önemli değildir. Asıl mesele şudur: Kürdistan’ın bir devlet olarak varlığı yahut yokluğundan ziyade; Kürtlerin kendi kaderini tayin etme hakkını kazanmak amacıyla özgürlük ve bağımsızlık için mücadele edip etmediklerine bakmak gerekir.”
Kürtlerin desteklenmesi tartışmalarına ilişkin farklı bir değerlendirmeye bakalım: “Birleşmiş Milletler, Kürt liderlerinin kendilerince belirledikleri siyasetlerin geçici olarak tartışmalı olup olmamasına bakmadan, Kürt önderliğine askeri destek vermeye ihtiyaç duymaktadır.” (Dr. Dindar Farzenda Zubier, The Kurdish Safe Haven in Iraq: The Problem of Non-State Status, s.28)
Kürdistan Bölgesel Hükümeti Enformasyon Bakanlığı, Güney Kürdistan hakkında yayınlanmış bulunan Pelletiere Raporu’ndaki hatalı düşünceyi taşıyan batılı ülkelere dolaylı bir eleştiri yöneltmiş: “Batılı ülkeler, bölgeyi (Kürdistan’ı-F.B.) hangi partinin denetim altında tutması gerektiği noktasında mutlak kararın kendi ellerinde olduğunu sanıyorlar. Bu, Birleşmiş Milletler teşkilatının savunduğu demokrasi ilkelerine kesinlikle aykırıdır. BM, yerli halkların gelecekleri konusunda karar veren bir baba/peder konumundaki kurum değildir. Kimlerin kendisini yöneteceğine karar verecek olan bizzat Kürt halkıdır.” (F. Bulut, age.)
Öte yandan S. Temo kardeşimin yukarıdaki yazısında, Sovyetler Birliği’ndeki anayasa için “Stalin Anayasası” demek, bir akademisyen için ne denli isabetlidir! Stalin’in tek adamlığı başka, orada yapılan bir anayasa için Stalin Anayasası demek başkadır. Bu da bir çeşit küçümseyici tutumdur.
1800’lerin sonuna doğru iyice şekillenen Bund hareketi, Bund fikriyatı (ya da Bund’çuluk) hakkında, sanırım S. Temo kardeşimiz yeterli bilgi sahibi değildir. Daha doğrusu Marksistlerin Bund’cularla polemiklerinin özüne, künhüne varamamış gibi görünüyor.
Bund’çuluğu ele alırken, onu, paralel olduğu diğer ayrılıkçı akım yahut hareketlerden ayırmak lazım. Çünkü Bund’çuluğun üzerinde yükseldiği Yahudi meselesi alışılmış ve bildik bir ulusal mesele olmaktan uzaktı. Yahudiler, en azından, bir ulus oluşturmaktan ziyade dünyanın çeşitli yerlerine farklı topluluk, cemaat ve hatta camialar halinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Fiziksel ve bedensel olarak 2500 yıl öncesinde Filistin topraklarında (Tevrat’ta zikredilen Arz-ı Mev’ud yani Vaddedilmiş Topraklar) yaşamış Yahudi kavim ve kabileleriyle hiçbir benzerlikleri bulunmuyordu. Afrika’da bulunan (Etiyopya ve Eritre yöresinde) Falaşalar siyahi, Uzakdoğu’da yaşayanlar sarı benizli ve çekik gözlü, Hindistan’dakiler çikolata renkli, kahverengi ve Avrupa’nın farklı diyarlarında, özellikle Doğu Avrupa’da bulunanlar beyaz tenli, Kürdistan’dakiler Kürtler gibi buğday benizli, Arap ülkelerindekiler ise esmer idiler. Tevrat’taki ilahi ve dini metinlerin dışında ortak bir kültürleri ve dilleri bulunmuyordu. Mesela AlmanYahudileri, eski İbranice-Almanca kırması yidişçe konuşurken; İspanyol Yahudileri (Safaradlar), ladino (Latince ağırlıklı eski İbranice) dilini kullanıyorlardı. Bu nedenle şimdiki İbranicenin İsrail’de resmi dil olarak benimsenmesini tarihi, 1950 yılıdır. Yani İsrail Devleti’nin ilanından iki sene sonrasında İbranice resmi devlet kurum ve kuruluşlarının ortak dili oluvermişti. O zamana kadar “İsrail’in kurucusu babaları” sayılan olan Siyonist önderler, daha çok Doğu Avrupa dillerini, sözgelimi Almanca, Polonyaca ve Rusça konuşarak anlaşabiliyorlardı.
Bund’çular, ayrı bir ulusal-devlet uğruna mücadele yerine, her bölgede ulusal kurumların oluşturulması yolunda bir mücadeleyi benimsiyorlardı. Dolayısıyla her ayrılıkçı akım gibi Bund’çuluk da özünde aynı Marksist ilkelerin inkârından doğmuştur. Bund’çuluğun teorik temeli, Avusturya’da (1899 Viyana Kongresi’nde) aynı devlet içinde yaşayan farklı milliyetlerden işçilerin, farklı örgütlerde yer almasını öneren ulusal-kültürel özerklik tezine dayanıyordu. Bund’çuluk, ulus temel üzerinde ayrı örgütlenmeyi savunan görüşlerinden ötürü, Marksist literatürde ayrılıkçı tavrın karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Bund’çu fikriyat, Marksist eleştiriler karşısında başarısızlığa uğrayıp gözden düşünce, Avusturya’da yaşayan gazeteci Theodor Hertzel, sonradan politik siyonizmin akıl hocası ve öncüsü olarak ortaya çıkmış; “bir Yahudi devletinin kurulması gereğine” dair uzunca kitap yazmıştır. Ancak o, bu devletin Filistin’de kurulması konusuna hiç değinmemiş; tersine, dünyanın herhangi bir diyarında (Latin Amerika veya Afrika topraklarında) boş bir yere iskân sömürgeciliği biçiminde Yahudilerin yerleştirilmesine ve Tevrat’a uygun bir devlet kurulmasına ağırlık vermiştir. Fakat kimi Siyonistler, özellikle Doğu Avrupa kökenli olanlardan David Ben Gorion, Golda Meir gibileri, kutsal kitapta sözü edilen “Vaadedilmiş Topraklar” yani şimdiki Filistin ve Kudüs şehri olmadan, Yahudilerin kolay kolay böyle bir devlete ilgi gösterip gelmeyeceklerini ileri sürmüşlerdi. Bu tezleri kitlesel bir taban bulunca, işbirliği yaptıkları dönemin büyük devletleri ve özellikle İngiltere sayesinde (1917 yılındaki meşhur Balfour Bildirgesi) siyasi Siyonistlerin rüyası gerçekleşmiştir.
Demek ki, 1900’lerin başında Yahudi halkının ulus sayılmaması ve Bund’çu fikirlerin ret edilmesi temelinde, “Yahudi işçilerine her ülke içinde ayrı örgütlenmeleri ve özerk hareket etmeleri” yolundaki tezin kabul görmemesi, sadece Stalin’e ait bir tutum değildi. Tersine, başta Lenin olmak üzere farklı ülkelerdeki hemen bütün Marksistlerin teziydi. Ve bu tutum, o sırada doğruydu. Zira Siyonist sömürgeciliği hedefleyen bir talep ret edilmişti. Siyonistlerden hiç hoşlanmayan Stalin, Temo’nun iddiasının aksine, reel politika icabı yukarıda Molotov’un da belirttiği üzere “Yahudi halkının kaderini tayin hakkını” kabullenerek, 1948 yılında ilan edilen İsrail Devleti’ni ilk tanıyanlardan biriydi.
Son olarak olumlu bulduğum aşağıdaki değerlendirmeyle konuyu kapatıyorum:
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı: Söylenti ve Gerçekler
“Irak Kürdistanı ve Katalonya’daki bağımsızlık referandumunun ardından ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) ilkesi, neredeyse popüler bir tartışma konusu haline geldi. Bu bir yandan iyi. Ancak diğer yandan yüzeysel değerlendirmelerin de önünü açtı. İşte bu iddialar ve cevapları:
1.İddia: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, ayrılıkçılığı körükler”
UKKTH, bir ulusun nasıl istiyorsa öyle yaşaması hakkına saygı duymaktır. Lenin, bu hakkın, en “uç” tercihte bile, yani “ayrılma hakkı” dâhil geçerli olduğunu belirtir. Bu nedenle UKKTH’yi “Ayrı bir devlet kurma hakkı” olarak formüle eder. Bu şu anlama gelir: Bir ulusun çoğunluğu, artık “kopma”yı, yani “ayrılmayı” savunsa bile bu hak tanınmalıdır. Ancak Lenin, bu hakkı, ayrılmayı istediği için değil; halklar arasında gerçek bir kardeşliği ve birliği sağlamak üzere savundu. Bolşeviklerin programında ulusal sorunun çözümü, UKKTH’yi tanımak, bu kapsamda tek bir devlet çatısı altında, tüm ulusal ayrıcalıkla
rın kaldırıldığı, eşit haklar temelinde gönüllü birlikteliktir. Halkların bir arada yaşayabilmesi için, onun “ayrılma hakkı”nın tanınması gerekir. Bu hakkın yasaklanması ayrılığı teşvik eder. Misal Türkiye Kürtlerinin özerk yaşama talebi baskılandıkça, Kürt halkında “ayrılma duygusu” ağırlık kazanmaktadır. Dolayısıyla UKKTH, ayrılığı savunmak değildir; ulusal ayrıcalıkların kaldırılması ve gönüllü birliğin koşullarını savunmaktır.
- İddia: “Irak’ta ulusal sorun zaten çözülmüştür. Dil, kültürel özgürlükler, özerklik sağlanmıştır. Kürtler ezilen bir ulus olmaktan çıkmıştır. Referandum Barzani’nin çıkarları gereğidir.”
Referandumun Barzani’nin siyasal çıkarları ile ilişkili olduğu doğrudur. Ancak ulusal sorunun dil ve kültür sorununa indirgenmesi liberal bir yaklaşımdır. Mesela Katalonya’da ulusal sorun neden çözülemedi? Dili, kültürü, yerel yönetimleri ve parlamentosu vardı. Yine de çözülmedi. Irak Kürdistan’ında da benzer bir durum vardır. Ya da Türkiye’deki Kürt sorunu. Dil ve kültürel eşitlik sağlandığını varsaysak bile, Kürtlerin özerk bir biçimde yaşama talepleri karşılanmadan Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Ulusal sorun sadece kültürel hak sorunu olarak görülemez. Kürtler özerk bir biçimde yaşamak istiyorsa; buna dışarıdan müdahale edilip engellendiği sürece sorun devam eder. Son tahlilde ulusal sorun, o ulusun kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesi sorunudur. Bu kimi durumlarda dil, kültür vb. sorunları da kapsar (Türkiye), kimilerinde (Katalonya, Irak Kürdistanı) kapsamaz. Ve UKKTH tanınmadan ulusal sorun çözülemez. Bu nedenle Türkiye solunun bu hakkı “iyi niyetle” reddetmesi, ezen ulus milliyetçiliğine giden yolu açmaktadır.
- İddia:“Sonucu açıkça ayrılık olan bir referandum hakkını savunmak, ‘ilke’, ‘hak’ lafızları arasında ayrılıkçılığı desteklemektir.”
Türkiyeli bir sosyalist maalesef meseleyi, Avustralya’da yaşıyormuşçasına, bu toprakların tarihselliğini dikkate almayan bir soyutlukta ele alamaz. Bu ülkede ezen ulus milliyetçiliği kurumsallaşmış ve emekçiler arasında oldukça etkilidir. Bu milliyetçilik temelinde Kürt karşıtlığı, böylece olası bir Kürt devletine histerik bir düşmanlık vardır. Devlet kurmak Kürtlere uygun görülmemekte, sadece Türklerin bir ayrıcalığı olarak varsayılmaktadır. Dolayısıyla öncelikle Türkiyeli sosyalistlerin emekçileri enternasyonalist bir bilinci kazanma ve tüm ulusal ayrıcalıklara karşı çıkma görevi vardır.
Soru şudur: Türk emekçi ile Kürt emekçi arasında eşit bir dostluk-kardeşlik ilişkisi nasıl kurulacaktır? Ortak mücadele nasıl sağlanacaktır? Irak Kürdistan’ında bağımsızlık isteyen Kürtlerin iradesine; Türkiyeli sosyalistler saygı duymazsa eşit ve kardeşçe bir ilişkiden bahsedilebilir mi? Orta vadede uluslar arasında güveni, kardeşliği ve eşitliği tesis etmenin, böylece ortak bir mücadelenin yolu ancak UKKTH’nin tanınmasıyla sağlanır.
- İddia:“UKKTH’yi savunanlar, halkların ortak mücadelesini önemsemiyor.”
Halkların kardeşliği ve ortak mücadelesi için yüzyıldır katledilen bir halkın ön yargılarını kırmak ve kardeş olduğumuzu göstermek onun tercihine saygı duymak gerektirir. Gönüllü birliğin temeli budur. Yani UKKTH, sadece soyut bir ilkeyi savunmak için değil, halkların kardeşliğini, ortak mücadelesini ve gönüllü birliğini sağlamak için zorunlu bir ilkedir. Lenin’in dediği gibi; “İnsanlık … ulusların kaçınılmaz olan bütünleşmesine de, ancak bütün ezilen ulusların kurtulduğu, yani ezen ulustan ayrılma özgürlüğüne kavuştuğu bir geçiş dönemini aşarak varabilir.”
- İddia:“Kürt partileri de referandumu desteklemedi. Dolayısıyla referandum Kürt ulusunun iradesini yansıtmaz.”
Kürtler ve partileri arasındaki ayrılıklar olduğu kesin. Ancak Kürt partilerinin itirazı referanduma değil, Barzani’nin referandumu kendi siyasal geleceğinin aracı haline getirmek istemesidir. Kürt partilerinin tamamına yakını bunu eleştirip, referandumdan bir gün önce evet oyu çağrısı yaptı. Ulus içinde bölünme ve siyasal ayak oyunlarının olmadığı bir dönem olmayacağı için, bunların olması UKKTH’yi geçersiz kılmaz. Hele başka bir ülkenin sosyalisti için.
- İddia:“Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı geçersizdir. Mümkün değildir. Küçük ülkeler emperyalizme bağlanır.”
Lenin’in Rosa Luxemburg’la UKKTH polemiğinin içeriği tam olarak budur. Lenin, UKKTH’yi, doğal olarak, ulusal sorunun çözümü konusunda savunmaktadır. UKKTH, ataerki, basın özgürlüğü ya da düşük ücret sorununu çözmediği gibi emperyalizmin iktisadi hegemonyası sorununu da çözmez. Lenin Luxemburg’la polemiğinde bu demokratik ilkeyi, dünyadaki bütün sorunların çözümü olarak değil çok uluslu bir ülkedeki ulusal baskının son bulması açısından ileri sürmüştür. Elbette, bu ülkenin, devrimci bir temelde yaşama geçirilmesi, yani ilerici ya da sosyalist partilerin ulusa önderlik etmesi koşullarında, emperyalizme karşı mücadele ve duruşla birleşecektir. III. Enternasyonal’in çağrısı ve bizim savunduğumuz da budur. Irak Kürdistanı’nda yaşanansa maalesef bu değildir.
- İddia: “UKKTH kavramı dünün devrimci kavramı iken, bu kavramın bugün emperyalizmin kendine bağlama manası görülmeden, bu sorun ‘idealistçe’ tartışılamaz.”
Emperyalizm, UKKTH’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ister. Yugoslavya’da bunu yapmıştır. Ancak bu, sosyalistler açısından UKKTH’yi reddetmeyi değil emperyalizme mücadele perspektifinde durmayı gerektirir. Büyük tekeller, kendi karşısında “haksız rekabet” unsuru olduğu gerekçesiyle yer yer kayıt dışı istihdamın denetlenmesini öne sürebilir. DTÖ toplantılarında olduğu gibi kimi emperyalist ülke temsilcileri, rekabet kaygısıyla Bangladeş gibi ülkelerdeki düşük ücrete karşı çıkabilir. ABD, Rusya gibi emperyalistler bugün IŞİD’e karşı savaşabilir. Bütün bunlar sosyalistlerin bu taleplerden vazgeçmesini ya da IŞİD’i savunmasını gerektirmez. Ama onu devrimci bir içerikte yaşama geçirmek için mücadele etmesini gerektirir. Dolayısıyla kimi durumlarda emperyalizmin bu ilkeyi savunuyormuş gibi gözükmesi, sosyalistlerin vazgeçmesinin bahanesi olamaz. Lenin çok güncel bir biçimde ifade ettiği gibi, “Nasıl ki, örneğin Latin ülkelerde olduğu gibi cumhuriyetçi sloganların halkın aldatılması ve mali soygun amacıyla burjuvazi tarafından kullanılması durumları, sosyal-demokratların cumhuriyetçiliklerinden vazgeçmeleri için bir neden olamazsa, aynı şekilde bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.”
- İddia: “Ulusal hareket iş birlikçi ya da burjuva önderlikliyse UKKTH savunulamaz.”
Ulusal hareket, burjuva önderlikli olmasaydı zaten UKKTH tartışması gündeme bile gelmezdi. Tartışmanın nedeni zaten ulusal hareketlerin burjuva doğasıdır. Dolayısıyla UKKTH, ulusal hareketlerin burjuva önderlikli olduğu koşullarda, hatta emperyalizmle işbirliğine yöneldiği koşullarda da geçerlidir. Sosyalistler bu hakkı tanır. Ancak bu hakkın milliyetçi bir içerikte kullanılmasına karşı mücadele eder.
Misal Irak Kürdistan’ı referandumunda Türkiye solunun bir kısmının, referanduma karşı çıkması, açıkça UKKTH’nin inkarıdır. Referanduma saygı duyulur. Referandumu Barzani’nin çeşitli hesaplarla gündeme getirmiş olması, Kürdistan halkının kendi iç sorunudur. Bu iç soruna girildiğinde zaten UKKTH diye bir şey kalmaz. “Talabani uzlaşmacı”, “Goran milliyetçi”, “PKK ulusalcı” vb. UKKTH’yi inkar için bahaneler bitmez. Çünkü tarihte hiçbir zaman pirüpak bir ulusal hareket bulunamayacaktır. Dolayısıyla bizim karşı çıkacağımız referandum değildir. Eleştireceğimiz Kürtlerin Barzani’yi desteklemesidir. Ve Kürt işçi ve emekçilerine dostane çağrımız şu olabilir: “Kürt iş birlikçi burjuvazisinin bir temsilcisi olan Barzani’yi desteklemeyin, kendi kaderinizi eline alın, kendi siyasetinizi yapın. Bağımsız Kürdistan’ın emperyalizmin oyuncağı haline getirilmesine izin vermeyin.” Bunu “akıl vermek” için değil dostane ve devrimci bir destek ve dayanışma olarak yaparız. UKKTH’yi tanımak ayrı, Barzani’yi desteklemek ayrıdır. Enternasyonalistleri, Kürt ulusalcılığından ayıran da budur.
- İddia: “Lenin için UKKTH ilke değil taktikti.”
Taktik miydi, ilke miydi, strateji miydi gibi ikilemlerin ötesinde idi. Hepsiydi. Hem taktik ilke hem de stratejik ilke idi. Demokratik bir ilke olmakla birlikte işçi sınıfının birliğini sağlamanın yegane yoluydu. Bu açıdan sosyalist hedeflerle kopmaz bir bağa sahipti. Onun ifadesiyle; “Her nerede, uluslararasında zora dayanan bağlar görürsek, biz, her ulusun ayrılma gereğini vazetmeye asla kalkışmadan, her ulus için, kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını, ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz. Bu hakkı savunmak, tanımak ve ondan yana olmak, ulusların hak eşitliğini savunmaktır, zora dayanan bağlara karşı çıkmaktır, hangi ulus olursa olsun, onun siyasal ayrıcalıklarına karşı savaşım vermektir, ve bu yüzden de ayrı ayrı ulusların işçileri arasında tam bir sınıf dayanışmasını geliştirmektir.”
10.İddia: “Bağımsız Kürdistan bölgenin ikinci İsrail’i olacaktır.”
Bu tezin temeli açıkça, olası bir bağımsız Kürt devletine ilişkin geleneksel burjuva milliyetçi hassasiyettir. Barzani liderliğinde kalırsa Kürdistan gerçekten de ABD emperyalizminin, dolayısıyla İsrail’in İran karşıtı stratejisinde önemli bir figür olacaktır. İş birlikçi bir devlet olacaktır. Ancak İkinci bir İsrail olmayacaktır. Çünkü Kürdistan’da bir Filistin yok. Siyonizm yok. Emperyalizmin iş birlikçisi bir yönetim olarak İsrail’den çok belki Türkiye’ye benzeyecektir. Ancak boyutları ve nüfusu, ekonomik bağımlılığı ile muhtemelen Türkiye’den daha zayıf bir iş birlikçi olacaktır.
- İddia: “Kürdistan emperyalizmin ileri karakolu olacaktır.”
Görünen o ki, iş birlikçi Barzani yönetimiyle öyle olabilir. Referandumda bağımsızlık kararı çıktı. Bu karar UKKTH gereği uygulanmalıdır. Ancak Barzani’ye Kürtler içinde de büyük tepki vardır. Bağımsız Kürdistan’ı “Değişmez bir iş birlikçi ülke” olarak görmek, yine milliyetçi Kürt düşmanı histeriyle ilgilidir. Barzani iktidardan indirilebilir, Bağımsız Kürdistan halkçı, antiemperyalist ve demokratik bir çizgide ilerleyebilir. Bu halkçı seçenek, bağımsızlıkla engellenmiş olmuyor. Yani Kürdistan, sırf Kürdistan diye emperyalizmin ileri karakolu olmak zorunda değildir. Kürt halkı tam tersini savunan güçlü bir mücadele damarını tarihsel hafızasında barındırmaktadır.
12.İddia. “Bağımsız Kürdistan, bölgede bir savaşı tetikleyecektir.”
Bağımsız Kürdistan bir felaket falan değildir. Zaten Kürt özerk bölgesi, bağımsız bir ülke gibi işlemektedir. Yönetimi şimdi de emperyalizmin iş birlikçisidir. O nedenle, Kürt düşmanlığından kaynaklı savaş tehlikesi dışında, bölge açısından bir felaket sebebi olarak görmemek gerekir. Felaket ancak gerici bölge ülkelerinin Kürt düşmanı politikalarının yol açacağı savaşla olabilir. Bu durumda da bağımsızlık isteyen Kürtleri değil, gerici bölge devletlerini suçlamalı, ona karşı mücadele edilmelidir.
13.İddia: “Türkiye solunda UKKTH’yi reddeden ‘sosyalist’ler faşisttir.”
Elbette UKKTH’yi reddetmek ezen ulus milliyetçiliğine doğru atılmış bir adımdır. Ancak, bu hakkı teorik düzeyde reddeden bazı partiler, referandum sonuçlarının tanınmasını savunup, Kürdistan’a dönük askeri bir harekatı ya da baskıya karşı çıkıyorlar. Dolayısıyla bu parti ve hareketler faşistlikle suçlanamaz. Söz konusu olan bir sağ sapma ve ezen ulus milliyetçiliğinin etkisinde kalma halidir. UKKTH’nin tutarlı inkarını Vatan Partisi gibi askeri saldırı ve ambargo çağrılarını yapanlarda bulmak mümkündür.
- “Lenin UKKTH’yi değil devrimin kaderini tayin hakkını savundu.”
Lenin’in perspektifi tartışmasız olarak devrimciydi. Her sorunun çözümünü devrimci bir perspektifle ele aldı. Bu nedenle UKKTH’yi tartışmasız bir biçimde savundu. “Devrimin kaderini tayin hakkı” diye bir totolojiyi tarif etmedi. Çünkü devrim, bir hak biçiminde ifade edilemez. O bir güç meseledir. Yeterli güç elde edildiğinde, karşı devrim de devrimci güçler de soyut bir hak nosyonuna sıkışmayacaktır. Devrim hakla değil güçle olur. Ancak UKKTH bir hak ve ilke olarak savunulabilir ve savunulmuştur da.
- “Irak Kürdistan’ının bağımsızlığını kazanmasıyla Türkiye sınırları da tartışmaya açılır.”
Bu argümanın ‘sol’dan gelmiş olması üzücü. Elbette mücadele mevcut sınırları dikkate almadan yürütülemez. Ancak günümüz sınırları, Kürt halkının baskı altına alınması, bölünmesi temelinde emperyalistler tarafından çizilmiştir. Sosyalistlerin işi halkların baskı altına alındığı, katledildiği bir coğrafyada “sınır muhafızlığı” değil eşit haklar temelinde birliği savunmak, bunu tutarlı bir şekilde yapabilmek için de UKKTH’yi tanımaktır.
- “UKKTH, ABD Başkanı Wilson’un ortaya attığı bir ilkedir. Lenin de Wilson’a karşı sömürge halklarını yanına çekebilmek için bu ilkeyi hızla sahiplenmiştir.”
Bu ilke sosyalistlerin gündemine Wilson bunu ifade etmeden çok önce girmiştir. İkinci Enternasyonal’in 1896’daki Londra Kongresi’nin kararlarında bu ilkeye yer verilmiştir. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) ilk kongresinden itibaren programında yer almıştır.
- “Lenin bu ilkeyi emperyalizm çağında değil sosyalist devrimler çağında savunmuştu.”
UKKTH, 1903 programında yeniden kabul edildikten sonra Lenin ve Bolşevikler için 4 kez daha kapsamlı bir tartışmanın konusu olmuştur. Birincisi; 1913’te Avusturyalı ulusal-sosyalist Otto Bauer’in “ulusal kültürel özerklik” formülasyonu ve bunun Rusya’daki yansımalarına karşı UKKTH savunuldu. 1914’te Lenin, yükselen ulusal hareketler karşısında Bolşevik Parti içinde, ayrılıkçılığı körükleyeceğini iddia edenlere karşısında UKKTH’yi savundu. 1916’da Buharin ve Kievsky’nin “emperyalizm çağında UKKTH gerçekleşemez”, “emperyalizmin işine yarar” tezine karşı Lenin UKKTH’ni ayrıntılı bir biçimde yeniden açıkladı; karşı çıkışları “Marksizm’in karikatürü” ve “emperyalist ekonomizm” olarak tanımladı. Son olarak da Üçüncü Enternasyonel’de Lenin tarafından sömürge ülkelerin emperyalizme karşı mücadelesinin formülasyonu çerçevesinde kapsamı genişletilerek ileri sürüldü.” (“Arif Koşar, son zamanlarda popüler tartışma konusu olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) ilkesine ilişkin iddiaları ve cevaplarını yazdı” başlıklı polemik yazısı, Evrensel gazetesi, 19 Ekim 2017.)
Son uzun alıntıyı özellikle koydum: İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt meselesinde, yaşadığı döneme göre pek yararlı, ön açıcı ve ileriyi görebilen saptamalar yapması, Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir köşe taşı ve yol işaretidir. Ne yazık bu saptama, İbo’nun yolundan gidenler tarafından yaratıcı biçimde geliştirilemedi, güncelleştirilemedi. Dondurulmuş bir kalıp ve klişe olarak habire tekrarlandı fakat üstüne yeni bir şey konulmadı. Bu kısırlık ve yaratıcılıktan uzak donuk çözüm önerileri, son 40 yıldır sosyalist kesimlerin fikriyatını adeta teslim almıştır.
Sosyalist dünya görüşüne sahip bir Kürt aydını olarak, kimi sol iddialara verilen Arif Damar’ın yukarıdaki cevapları bana daha makul, ikna edici ve sıcak geliyor. Kimi ayrıntılarda farklı bakış açılarımız olabilir ama ana çerçeve iyi çizilmiş sayılır. Daha önemlisi şudur: Kürtlerin meselesini, ruhunu ve özlemlerini anlamaya çalışan bir yaklaşımı var.
Bu nedenle hangi çevreden olursa olsun; sol ve sosyalistlerin kendilerine şunu sormaları lazım: Kürtler, neden Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) girerken ikiye bölündüler. Türkiyeli kardeşleriyle ortak mücadele etmek isteyenler partiye üye olurken, KDP-T (Kürdistan Demokrat Partisi-Türkiye) çevresindekilerin bir kısmı dışarıda kalmayı tercih etti? 68 Kuşağı döneminde, sosyalistlerin ilk kez ve açıkça Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’ndan söz etmeleri ve bu düzlemde Kürtlerin meseleleriyle ilgilenmeleri niçin Kürt gençlerinin kitleler halinde devrimci hareketlere katılmalarını mümkün kıldı? Aynı zamanda Dev-Genç ve diğer sol hareketlerinin varlığına rağmen Kürt gençleri neden Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) derneğini kurup, sabahları Türk devrimcileriyle beraberken, akşamları da kendi derneklerine gitmeyi ihmal etmiyorlardı? Kürt gençleri, 1974’ten sonra neden sosyalist hareket, çevre ve partilerden ayrılıp kendilerine ait örgütler kurdular? Bu sosyalizmden bir sapma mıydı, yoksa Kürt gençleri bütün o sosyalist söylemlere rağmen hala ruhlarında ve beyinlerinde tatmin edilmemiş bazı özlemlerle mi hareket ediyorlardı? Yoksa beklentilerini karşılayacak teori ve pratikleri, o dönemlerin sol kesimlerinde bulamadıkları için mi kendileriyle onlar arasına siyasi mesafe koymaya veya ayrılmaya mecbur mu kaldılar?
Yukarıdaki soruların kolay ve indirgemeci cevabı muhtemelen şöyledir: Onlar sosyalist söylemlerine rağmen milliyetçi, ulusalcı eğilim, yönelim ve fikirlerin etkisindeydiler! Oysa ayrılıkçı Kürt gençlerine göre, vaziyet şuydu: Sosyalizm iyi ve hoştur. Fakat mevcut durumdaki devrimciler, bizim bir ulus olma ve kendi geleceğimizi belirleme yolundaki özlemlerimiz ya bastırıyorlar, ya erteliyorlar yahut ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir sosyalist sisteme havale ediyorlar.
Kürtlerin Ruhunu Anlayabilmek ve Solculuğun Çarpık Tanımı
Kürtlerin özlem ve ruhunu anlayabilme noktasında HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile sol Kürt aydını Selim Temo arasında geçen tartışmadan bir örnek vermek durumundayım: “Sırrı Süreyya Önder, benim yazılarımda solculara yönelttiğim eleştiriler için ‘mahallemizi eleştiriyor, koşun’ diyor. Ona kalsa, Güney’de (Irak Kürdistan bölgesi) Kürt sağı yenilmişti. Oysa mesele şuydu: Önder’e kalsa Güney’de Kürt sağı yenilmişti. Sol mahallenin hoşuna giden bir cevaptı bu. Bense Güney’de Kürt solu yenildi diyorum. Eğer bağlam bu olmasaydı, Kürtler Güney’de bir yenilgi aldı, derdim.
Önder, liberalinden faşistine ‘sağ’ diye tümlediğim kapitalistlerin UKKTH’yle (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) ilgili tutumuna stratejik derken solun UKKTH tutumunu reel politiğin dışına çıkarıyor. Solun bu şanlı UKKTH geçmişi bir tek Kürde mi eza? Yok, öyle değilse Komintern bol bol dayanışma dağıtırken herhangi bir toplantısına Kürt bir temsilci de çağırsaymış. Hadi Türkiye şu fena NATO’ya bağlıydı, peki Irak, İran ve Suriye alınan Sovyet yapımı savaş uçağı olan MIG’leri Kürdistan semalarında ziraî ilaçlama mı yapıyordu? Eğer UKKTH solun tekelinde ise ordusunu karşısına alıp Cezayir’in bağımsızlığını tanıyan De Gaulle mü solcu yoksa kanepeye uzanıp müstehzi bir gözlükle Lenin okuyan Taş mı?
Bir sosyalist olarak söylüyorum; eskiden bir eksen olan dünya solunun bu meseledeki ‘ihmal’inin Kürtlere maliyeti, sömürge bile olamamaktır. Durum böyle iken Kürtleri solun terk edilmiş mevzilerine yerleştirmek, bir fantezi olsa gerektir. Eğer yarım yüzyıllık ‘sömürgenin sömürgesi olmaz’ nanesini yutmazsak, Kürdün arsasını bir güzel parselleyen dört ülkenin de ya emperyalistlerce kurulduğunu ya da emperyalistlerin ileri karakolu olduğunu görürüz. Bu ülkelerdeki sol hareketlerin Kürtlere verilecek akılda kesintiye gitmeleri hayırlı olur diye düşünüyorum. Aynı şekilde inanç ve düşünce gereği solculuk yaparken Kürtlerden boyuna takdir ve minnet beklemeleri yanlıştır.
Önder, söz konusu ettiğim söyleşisinde, ‘Kürtlerin kendisini yönetebilme ihtiyacı olduğunu’ söylemişti. UKKTH (Kaderini Tayin Hakkı) değil.
Elbette Türk sağcılığının UKKTH’yi Kürtlere bağışlaması beklentisi içinde değilim. Ancak Kürt siyasetiyle müttefik Türkiyeli yoldaşlarımızın temel sorunu, bu siyasetten daha fazla Güney karşıtlığı yapmalarıdır. Oysa Kuzey ve Güney ve hatta Rojava arasındaki meseleleri Kürtlerin iç meselesi olarak çözmelerini beklemek ya da çözümde yeni bir efendilik üreten “hakem” olarak değil ‘arabulucu’ olarak rol almak, daha doğru bir yoldaşlık olur. Bunun yolu, ‘küresel kapitalizme en iyi entegre olacak klik sayın Barzani’nin kliği ve onun partisidir’ demekten ya da PDK’yi (KDP’yi) AKP’ye benzetmekten geçmez. Söz konusu parti (ve ‘klik’), referandum bahsinde ABD’ye kafa tutmuştur. Irak ise ABD tankları ve onayıyla İran’ın beslemesi Haşdi Şabi eliyle Kerkük’e girmiştir ve bu durumu onaylayan ilk ülke İngiltere olmuştur. Bu süreçte Irak, İran, Suriye ve Türkiye ortak tutum alırken Kerkük petrolünün yönü İran’a çevrilmiştir. Bu kaotik durumda Önder’in kafasının hiç karışmamasını sol imanıyla açıklamak güçtür!” (S. Temo, “Sol Açık” başlıklı yorum yazısı, Gazete Duvar, 27 Aralık 2017.)
Öncelikle belirtmem gerekir. Selim Temo dostumun, İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sağcılar solcudur, solcular da sağcı” yolundaki tespitinden yola çıkarak Cezayir’in bağımsızlığını kabul eden Fransa Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle’yi neredeyse solculardan daha solcu olarak tarif etmesine katılmam imkânsızdır. Zira bu tespit, sadece pragmatizme dayalı bir indirgemecilikten öte gitmez. Çarpıtılmış bu sol tanımının acısını S.Demirel, T. Özal, N. Erbakan ve başında R. Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu AKP iktidarları döneminde yaşadık. Esas olarak Barzani ve KDP çevresinin bakış açısına dayalı bu tutumun yanlışlığı, AKP iktidarının Türkiye’de 2015 yılından itibaren başlattığı Kürtlere yönelik şehir ve imha savaşlarında, 2017’de Güney’deki referanduma karşı çıkan etkin ve caydırıcı siyasetinde, 2018’de Afrin’e yönelik askeri operasyonunda daha açık bir şekilde görülmüş oldu. Dolayısıyla Türkiye’deki KDP yanlıları, bir zamanlar AKP için sokaklara dökülürken veya Nisan 2016’daki referandum sırasında Erdoğan için oy kullanırken; şimdi sesleri kesilmiş vaziyetteler. Ya da Leyla Zana “Kürtlere çözüm getirecek tek kişi, Erdoğan’dır” derken, milletvekilliğinin nasıl düşürüldüğünü görmüştür. Liberal kimi Kürt akademisyenleri, AKP ile Erdoğan’a olmadık payeler vermelerinin pişmanlığını yaşamaktalar.
De Gaulle gibi bir emperyalist liderin Cezayir’e bağımsızlığını vermeyi kabul etmesi, iki nedene bağlanır: Bir: Cezayirliler, bir milyon insanın hayatına mal olan son derece kanlı bir halk savaşı verdiler. Adeta Fransız ordusuna kök söktürdüler. İki: O sırada Fransız Komünist Partisi’nin bile ret ettiği Cezayir’in bağımsız olmasına (Komünistler Fransa’ya bağlı gevşek bir özerklikten yanaydılar) karşı çıkarken tutuculuk yapıp taşlaşmışlardı. Oysa savaşın bütün yükünü sırtında taşıyan De Gaulle, son derece akılcı (rasyonel) davranıp zararın neresinden dönsem kardır mantığıyla hareket etmişti. Klasik sömürgeciliği terk edip, modern sömürgecilik yöntemiyle Cezayir, Fas, Moritanya, Senegal ve Tunus’u Fransa’nın ekonomik ve kültürel arka bahçesi haline getirmişti. De Gaulle’ün bu konuda akılcı davranması, onun kapitalist ve emperyalist dünyanın temsilcisi olduğu gerçeğini örtbas etmez.
Gelelim Temo’nun Sırrı Süreyya Önder’le yaptığı tartışmaya. Onca yıl HDP ve Kürtler arasında siyaset yapmış olan milletvekili Sırrı Süreyya Önder bile Kürtlerin siyasal ve toplumsal dokularını anlamakta zorlanıyorsa, sosyalist kesime yönelttiğim yukarıdaki sorularım biraz daha aciliyet ve güncellik kazanıyor demektir. Mesela Önder, Temo’nun “Referandumda Kürt sağı kaybetmedi” tespitini yerden yere vuran bir çıkış yapıyor. Buna kanıt olarak, “Güney Kürdistan’da gezmedik önemli yer ve görüşmedik siyasi parti kalmadığını” gösteriyor. İyi güzel de; hadi, Barzani ve partisi KDP’nin eksik, kusur, fahiş hata ve gafletini anladık. Bu konuda, İran Kürt aydını Prof. Dr. Abbas Vali’nin, 20 Ekim 2017 tarihinde Gazete Duvar’da yayınlanan referandum ve Kürt siyasi partilerine ilişkin değerlendirmesi, kanımca yeterince aydınlatıcıdır. A. Vali, Barzani önderliğini, sert tanımlamalarla ve sosyo-politik temelde ciddi biçimde eleştiriyor. Aynı A. Vali, Talabani’nin partisi YNK’yi de KDP ayarında bulup, benzer eleştirileri ona da yöneltiyor.
Buradan hareketle maksadımı şöyle dile getirmeliyim; Hadi, anladık! Barzani hatalıdır! Bu var elde bir! Peki, bir dönem Maocu olan ve şimdilerde genel anlamda sosyal demokrat sayılan YNK (Talabani hareketi veya diğer adıyla Kürdistan Yurtseverler Birliği) ile onun bir parmak solunda konumlanan demokratik sol fikrini benimseyen Goran (Değişim) hareketi, niçin İran ve Irak hükümetlerine sırtlarını dayayarak, pazarlık masasına oturdular? Niçin İran Devrim Muhafızları komutanı General Kasım Süleymani’nin gözdağına boyun eğdiler? YNK denetimindeki Kerkük’te niçin direnmediler?
Aslına bakılırsa, KDP ile önderi Barzani, “ihanet ettiler” diye suçladığı YNK ve önderleriyle birlikte masaya oturup teslimiyet anlaşmasına ortak imzaladılar. Dolayısıyla S. S. Önder’in pek övdüğü Goran veya YNK’nin bile, referandum sonuçlarının iptal edilmesinde parmakları bulunmaktadır. Bu noktada, kimse günahsız sayılmaz. Günahsız olmadığı sürece, karşı tarafı taşlayıp “ihanet”le suçlamak, kendi suçunu veya dostunun kabahatini hasıraltı etmekten, gerçeği gözlerden kaçırmaktan öte bir anlam taşımaz.
Güneyli Kürt partilerini bir kenara bırakalım: S. S. Önder’in Kürt meselesinin çözüm sürecinde vekâleten adına hareket ettiği Kürt Özgürlük Hareketi’nin, “özyönetim direnişleri” veya “şehir gerilla savaşları” adıyla başlattığı çatışmaların başarısız olmasını ve bu yüzden 11 Kürt ilçesinin viraneye dönüştürülmesini, yüz binlerce Kürt insanının yerinden yurdundan uzaklaştırılmasını nasıl açıklayacaktır? Sağ mantıkla mı, yoksa Mahir Çayan’dan ödünç alma “öncü savaş” türü sol çocukluk hastalığıyla mı?
- S. Önder’in gerek Selim Temo ile yaptığı polemik, gerekse eski HDP milletvekili Hasip Kaplan’ın, Ocak 2018’de tweet kanalıyla “HDP Kongresi’nde S. Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin, benim naçizane önerim, herkes haddini bilecek…” bir mesaj göndermesinden sonra onu, “ilkel milliyetçi ve ırkçı” diye suçlaması, hatta polemiği daha uç noktalara taşıyarak “tükürürüm…” türünden kaba kelimeler kullanması, kanımca sömürgeci ülke aydını tavrının üstenci, aşağılayıcı tutumunu andırıyor. Evet, gerçekte ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan ama asabiliğinin kurbanı olan Hasip Kaplan, bu noktada hatalıdır ancak ilkel milliyetçi ve ırkçı değildir. O, HDP eşbaşkanlığına kimin gelip gelmeyeceğine dair görüşünü daha dikkatli bir üslupla dile getirebilirdi. Öte yandan S. S. Önder, hakaretvari ve aşağılayıcı bir üslupla Kaplan’a cevap yetiştirme telaşına kapıldığında, asıl maksadı ve niyeti böyle olmasa bile, sarfettiği sözler, ülkedeki ırkçı ve milliyetçi egemen çevrelerin eline koz vermiştir. Bu tür ifadeler, yeni bir şoven dalganın kabarması için işaret fişeği sayılmıştır: HDP yetkilileri (sosyalist veya yurtsever) dahil dışarıda kalan solcuların bile Hasip Kaplan’ın ırkçı diye damgalamaları, daha fenası Türkiye’deki egemen anti-Kürt milliyetçi medyanın Önder ile Kaplan arasındaki bu polemik ve demagojiyi sonuna kadar istismar ederek partiyi küçük düşürüp karalaması, Kaplan vesilesiyle Kürtleri “ırkçı ve ilkel milliyetçi” sıfatıyla nitelemesi bunun göstergesi değil midir?
30 Ocak 2018
Yazı ve gönderileriyle çalışmalarımıza katkı veren Faik Bulut`un Kendi kaderini tayin hakkı meselesiyle bağlantılı Kürt meselesi ve içinden geçilen sürece yönelik yaptığı değerlendirmeler ve analizlerinin bir kısmına iştirak ettiğimizi veya hemfikir olduğumuzu söyleyemeyiz. Ancak düşünsel dünyamızda bazı sorunlara dikkat çekmesi ve ilerletici tartışmalara katkı yapması bakımından Faik Bulut`un yaptığı çalışmayı olduğu gibi yayımlıyoruz. ((AHM )