Karl Marks, Arnold Ruge’ye yazdığı bir mektubunda yapmak istediği çalışmanın yöntemini şöyle anlatıyordu: “Var olan her şeyin gözü kara eleştirisini kastediyorum. Hem eleştirinin varacağı sonuçlardan, hem de iktidarlarla çatışmaktan korkmamak anlamında, gözü kara eleştiriden konuşuyorum.” (K. Marks, “Arnold Ruge’ye Mektup” Eylül 1843.) Bu nedenle dünya komünist hareketlerinin bütünü eleştiriyi gündemlerinin başına yerleştirmişlerdir. Ne var ki buna rağmen eleştiri sözcüğü ne yeterince anlaşılabilmiş, ne de farklılıkları yakınlaştırdığına inanılan ve sıkça vurgulanan “birleştirici” özelliği pratik uygulamalarda kendini kanıtlayabilmiştir.
Buradan yola çıkarak Marksın eleştiriye yüklediği misyonun abartılı olduğu ya da Marks sonrası komünistlerin eleştiri pratiklerinin yanlış olduğu gibi birçok iddia ortaya atılabilir. Belki de sonunda, çoğumuzun da inandırıldığı “aklın yolu birdir” gibi faşizmin temelini oluşturan ve toplumu tek liderin yönetimine inandırmaya yönelmiş atasözünün gerçekliğini savunmaya devam ederek, aramızdaki en akıllının açacağı aklın yolunda birliğe ulaşmayı bekleyebiliriz. Böylesi bir düşüncenin toplumu tek lidere biata sürükleyen sonuçlarını ise “dünya lideri” safsatasının büyük taban bulduğu Türkiye toplumunda görebiliyoruz.
Günümüz Marksistlerinin yeterince üretken olmadığını söylemek büyük haksızlık olur. Kapitalizm didik didik edilerek kök hücrelerine kadar ulaşıldı. Marksizm, “mükemmel haliyle gökten indirilmiş bir din” olmadığını dünya pratiği içerisinde de sergilenen teorik-pratik birçok konuya ilişkin yeni açılımları üreterek göstermektedir. Çünkü doğrudan bu düşünce sisteminin üreticileri “ortaya atılan düşüncelerin bir dogma olmadığı” uyarısıyla aktardılar düşüncelerini. Eleştirinin gücü, kendinden başlatılarak, yaşamın her hücresine ulaşabilecek bir yeterlilikle kullanıldığında bu sistematik düşüncenin test edilmesi olanağı da doğmaktadır. Yani teorinin doğrulanma alanı pratiktir. Bu nedenle ve haklı olarak Marksist teori ve pratiğin birbirinden ayrılamazlığı üzerine çok söz ederiz. Ama ne yazık ki yaşam alanlarında bu sözümüzü yeterince dikkate almadan egemen sınıfların bilinçli üretimi olan demogojilerin tuzağına sıkça düşebiliyoruz.
Bildiğimiz gibi Marks ve Engels, hiçbir eserlerinde “insanların kendilerini uydurması gereken, gelecek toplum-yaşam biçimlerini bir model olarak somutlayarak anlatan bir doktrin üretmemişlerdir. Yani teorinin kurucularında önerilen şey, emeğin kurtuluş mücadelesinin zaferinin gerçekleştirilmesidir. Bu zaferin yaratacağı bir komünal dünyanın kaba bir tasvirinden başka bir somut resim Komünist manifesto dahil hiçbir Marksist eserde yoktur. Böyle olması da elbette bu teorinin iç tutarlılığının gereğidir: Çünkü Marksizm, toplumsal biçimlenmelerin birkaç dâhinin düşünsel üretimine bağlı olarak kurulamayacağını savlar. Onların bizim önümüze koyduğu temel ilke toplumsal hareketin bilimsel yasaları ve bunların hareketini sağlayan diyalektik yöntemin açılımıdır. Dünyada başta işçi sınıfı olmak üzere emek üretimi üzerinden kendi varlıklarını idame ettirmeye çalışan bütün mülksüzlerin, sadece onları sömürenlerin birikimi üzerinden edindikleri kapitali ellerinde tutarak egemenliklerini sürdürdükleri politik sistemlerle çatışma halinde olduğunu; ve bu çatışmanın emeğin iktidarıyla insanlığı sömürüsüz sınıfsız ve elbette egemen sınıfların denetiminde ve onların çıkarları doğrultusunda varlıklarını sürdüren devletlerin giderek sönmesi sonucunda da devletsiz bir toplumsal sisteme gidebileceklerini toplumsal yasalar üzerinden öngörmektedirler.
Bu öngörünün gerçekleşmesi ise yazımın başına koyduğum korkusuz bir eleştiri gücüyle mümkün olacaktır. Elbette toplumların devrimci eleştirel hareketi, günlük yaşamın eleştirisinden toplumsal kurumların eleştirisine, bireysel davranışlarımızın eleştirisinden sistemin silahlı eleştirisine kadar bütün eleştiri alan ve yöntemlerini kapsar.
Marksizmin esas içeriği insanlığın kurtuluşu teorisidir. Kurtuluşun teorisi, kurtuluşa giden yolu açan eleştirel, devrimci, kurucu mücadelenin zihne akışı olarak doğar ve dönüp pratiğe ışık tutar.
İnsanlığın kurtuluşu düşüncesini ancak bu eleştirinin maddi temelleri ortaya çıktıktan sonra mümkün olabilir. Bu maddi gerçeklik ortaya çıkmadığı sürece, eleştirinin kurulu sistemi yıkan ve değiştiren yeteneğin etkin bir biçimde ortaya çıkması elbette beklenemez.
«««
Marks günlük yaşamın bütününde yer alan metayı inceleyerek; onun üzerini örten örtüyü yırtıp atarak ve böylece gerçeği saklayan sırrı deşifre ederek teorik kurgusunun temelini oluşturdu. Tanrıyı, parayı, metayı yaratan insanın kendine yabancılaşarak yarattığı olguların kölesi durumuna gelişinin öyküsünü buradan yakaladı. O sadece gerçeği görmemize destek sundu, ama neyi nasıl yapmamız gerektiğinin yollarını bir vaaz gibi saymadı.
Ünlü eseri Kapital’de “Dünyanın dogmatik bir öngörüsünde bulunmuyoruz, fakat yeni dünyayı eski dünyanın eleştirisi yoluyla bulmak istiyoruz” diyerek bize yolu gösterdi. Elbette egemen sınıflar da özellikle olağanüstü bir yaygınlığa ulaşan kitle iletişim araçlarının olanaklarıyla, resmi ve yaygın okul eğitimi dayatmasıyla, gelenek vb. gibi kurumlarla, “kutsal aile” modeliyle, cami-kilise-sinagog ve benzeri dinsel propaganda araçlarıyla ve günümüzde elinde tuttuğu üretim araçlarının gücünü marka vb alanlarıyla donatarak bağımlılığa dönüştürme yeteneğiyle tüketim ideolojisini yaygınlaştırıp Marksizmin açtığı sır kapısını kapatmak için çabasını artırdı. Devletin ceza sistemleri ve yalan propaganda dahil her aracı kullanarak saldırılarını hep yenileyerek sürdürdü.
Günlük yaşamda sorgulama yeteneğimizin yok edilmesi çabası emperyalist-kapitalist dünyanın biricik çabası haline getirildi. Ve farkına varmadan sistem dili ve literatürü içerisinden düşünüp konuşmakta olduğumuzu fark edemez durumdayız.
Örneğin hepimizin dilinde yer alan “Kürt sorunu” sözcüğünün bilincimizde yarattığı etki “Kürt ile var olan bir sorun” olarak biçimlenmektir. Sorun karşısında aldığımız tavır ne olursa olsun, sözcüğün ulaştığı milyonlarca kişi bu bilinçsel etkiden kaçamayacaktır. Oysa sömürgecilikten kaynaklı olarak işgalci bir güç olan Osmanlı-Türk işgali yaşamış ve yakın yüzyılda parçalanarak dört ülkeye bağımlı olarak yaşamak zorunda bırakılmış olan Kürt’ün, sorunun var olmasında hiçbir rolü yoktur. Bugün bu sorun işgalci-sömürgeci Türk devletinin, çıkarlarını kaybetmeme kaygısıyla, her ne pahasına olursa olsun işgal statüsünü devam ettirme inadından kaynaklanan bir sorundur. Bu sömürgeci devletin topraklarında yaşayan egemen Türk halkının, büyük çoğunluğu aç işsiz ve yoksulluk içinde yaşarken bile, “vatan-millet-sakarya” ajitasyonuna kendini teslim etmiş sorgulamayan, sorumluluk üstlenmeyen tavrı ve bizatihi kendisidir. Ortada tarihinin bütünü soykırım, katliam ve talanla yazılmış olan sömürgecilik varken, dünya tarihinde ilk kez “biz adil bir barış içinde Türk halkıyla birlikte yaşamak istiyoruz” diyebilen Kürt’ü bir lafebeliği ile sorunun sahibi yapmak sorgulama yeteneğini kaybetmiş bir halkın ayıbı suçu günahı iken, mağduru mağduriyetinden dolayı ikinci kez cezalandırmaktan başka bir şey değildir.
Örneğin Ermeni halkının duygulu şarkısı Sari Gyalin’i bu şarkının kökenini belirtmeden Sarı Gelin olarak söyleyen yaklaşım daha acı değil midir? Katlettiğimiz, soy kırımlarda yok etmeye çalıştığımız bir halkın elinde kalan son şeyi, diasporalarda yaşama gücünü artırsın diye yüreğinde taşıdığı bir acının dışavurumunu da çalmanın ne büyük bir zalimlik olduğunu hatırlatmadan o şarkıyı söyleyebilmek milliyetçilikle zehirlenmiş bir beynin sorgulama ve empati gücünü yitirme hali değil midir?
“Alevi isyanları” olduysa elbette o topraklarda yaşayan devletin de alevi katliamları yapmak hakkıdır, öyle mi? Oysa tarihte bir tek alevi isyanı bile yoktur. Sadece kendi inancını yaşamak isteyen bir halk topluluğunun en haklı isteminin egemen sınıfların aracı olan devlet tarafından kanlı katliamlarla bastırılması; özgürlük talebinin cezalandırılması söz konusudur. Alevi isyanı değil, alevi özgürlük istemine karşı milliyetçi-tek dinci Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerinin katliamından söz edebiliriz. Sürekli olarak Alevi Sorunu’ndan söz etmek gerçekte mağduru her gün korkutmanın bir yöntemidir. Ortada sadece Sünni-Hanefi mezhebinin kendi iktidarını sürdürme inadından kaynaklanan bir sorun vardır. Bu iktidarı üstlenmiş olan gaspçı, soyguncu, katliamcı bir devlet ve sorgulama yeteneğini kaybettiği için böyle bir devlete körü körüne biat eden bir Türk sorunu yaşanmaktadır.
Örneğin, günlük yaşamımızın büyük bölümünü işgal etmiş olan kitle iletişim araçları ve özellikle sosyal medyanın dünya egemenlerinin denetiminde olduğunu bildiğimiz halde, bu araçla böylesi bir kopamaz bağlantıyı nasıl elde ettiğimizi sorguladık mı?
İhtiyacımızdan fazlasını alırken “indirim var” tabelalarının cazibesine kapılarak alışveriş merkezlerine akın yaparken, beynimizde hangi türden bir değişim ve yabancılaşma yaşadığımızın farkında mıyız?
İlanların etkisine kapılan bir toplumda, “ama arkadaşlarının da var, çocuğum yoksun kalmasın” diyerek “marka’ya” yöneldiğimizde paranın gücüyle prestij satın aldığımızın farkına varabilecek düzeyde bir sorgulamayı yapıp “almıyorum” diyebiliyor muyuz?
Kadın üzerine belden aşağı fıkraları tepkisiz dinleyip “Kadın sorunu” üzerine duyarlılığımıza kadınları inandırmaya çalıştığımızda, gerçekten bir “kadın sorunu” olmadığını; sorunun sadece mevcut iktidarını terk etmek istemeyen erkeğin direnişine karşı insanı eşitleyerek insanlığı bütünleştirme çabası olduğunu yeterince dışa vurabiliyor muyuz?
Evet, yaşamın her alanını sorgulamadan gerçeğe ulaşmak ve gerçeklik üzerine oturtulmuş bir dünya kurmak mümkün değildir.
XWE Metin Ayçiçek
Ocak 2019