Kapitalizmin tarihi ekonomik krizler ve sömürüye karşı ayaklanmalarla doludur. İnsanın insan tarafından sömürüsünün yeni bir boyut kazandığı, ezen sınıflarla ezilen sınıflar arasındaki uçurumun azami düzeyde açıldığı bir tarihsel süreçten bahsediyoruz. Zenginliğin yarattığı sefalete karşı bu tarihsel süreçte ezilenler haklı taleplerini haykırmaktan geri durmadı. Kapitalist sömürüye, onun yarattığı işsizlik, yoksulluk ve açlığa karşı değişik ülkelerde yüzbinlerce insan sokaklara çıkmış durumda. Egemen sınıfların ayaklanmalar yüzyılı dedikleri 21. yüzyılda dipten gelen dalga her geçen gün kabarıyor.
İthal ikameci birikim sürecinin yarattığı yapısal krizi, neoliberal politikalarla, yeni bir sermaye birikim sürecine yönelerek “aşan” kapitalizm, yıllardır yapısal kriz içinde debeleniyor. Kapitalizmi derin bir tahlile tabi tutan Marks ve Engels’in kriz aralıklarının giderek sıklaştığı ve krizlerin bir öncekinden daha ağır hale geldiği öngörüsü gerçekleşiyor. Lenin’in vurgusuyla çürüyen asalak kapitalizm, yapısal krizlerini aşmak için yöneldiği her yeni birikim süreci daha ağır yapısal krizlerle sonuçlanıyor.
Neoliberal politikalarla yaratılan zenginlik dünya halklarının azgınca sömürüsü üzerinden gerçekleştirildi. Bugün kronik açlık sorunu yaşayan birçok Afrika ülkesi 1980’lere kadar açlık nedir bilmiyordu. Güney Amerika ülkeleri en azından “kendine yeten” bir üretim olanağına sahipti. Üretimin parçalanmasıyla ucuz emek deryası olarak görülen Güney Asya’da birçok ülke yoğun bir artı-değer sömürüsüne tabi hale getirildi. Emperyalist sermaye devasa oranda birikim sağlarken, dünya halkları her geçen gün daha da yoksullaştı. Marks’ın deyimiyle, “Zenginlik sefaleti yaratırken, sefalet zenginliği yarattı.” Günümüzde bir avuç emperyalist tekelin yıllık geliri onlarca ülkenin milli gelirinin çok üzerinde. Dünyanın en zengini listesindeki kodamanların yıllık kazancı birçok yarı sömürgenin iki üç katı. Kronik açlık çeken insan sayısı bir milyar civarındayken yoksulluk içinde yaşayanların daha fazla olduğu belirtiliyor. Gelir eşitsizliği raporlarına yansıyan verilerde açığa çıkan uçuruma sistemin savunucusu burjuva ideologları da kayıtsız kalamaz hale geldi.
Dünyanın her köşesinde yoksulluğun derecesi aşağı yukarı aynı düzlemde. İşsizlik, yoksulluk ve açlık hemen her ülkenin kronik sorunu oldu. Bu kapsamda emperyalist ülkelerle yarı sömürgeler arasında nitelik olarak değil nicelik farklar var. “Rüyalar ve fırsatlar ülkesi” olarak tanımlanan ABD’de 50 milyonu aşkın insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Avrupalı emperyalistlerde de benzer durum söz konusu.
Neoliberal sömürü ve talanın yarattığı tablo bugün dünya sokaklarına yansımaktadır. 2000’lerin başında egemen sınıflarca “21. yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı” söylemi bir öngörüden ziyade nesnel gerçekliğin ifadesiydi. İşsizlik, yoksulluk ve açlığın kitlesel düzeyde yaşanması, sefaletten beslenen kapitalizmin yarattığı bir sorundur. Bu nesnel gerçeklik artık saklanamayacak derecede açığa çıkmıştır. 2008’de Haiti’deki açlık isyanı ve dünya genelinde yaşanan gıda krizi mızrağın çuvala sığmadığı nokta olmuştur. Yoksul Haiti halkının açlığa haykıran öfkesi aynı zamanda sorunu yaratan kapitalizmedir.
Dünya meydanlarından tüm dünyaya yayılan farklı dillerde ama aynı kin ve öfkeyle yankılanan ses, yoksulluğun, açlığın ve geleceksizliğin ve de alternatif arayışın sesidir. Şili’deki öğrencilerin metrobiletine yapılan zammı, Lübnan’da iletişim ağlarına yapılan vergi artışı protestolarının haftalara yayılması ve çatışmalara dönüşmesinin altında yoksulluk, açlık ve işsizlik vardır. İspanya’da Katalonya siyasetçilerine verilen cezaya, İngiltere’de iklim değişikliği için yapılan eylemlere, Irak’ta yolsuzluklara, Hong Kong’da Çin’in suçluları iade yasa tasarısına karşı ezilen kesimleri sokaklara çıkaran aynı nedenlerdir. Meydanlardan yükselen öfkenin özündeki hedef kapitalist sistemdir.
Örnek olarak aktardığımız her bir ayaklanmanın niteliği kendiliğinden hareketler olmasıdır. İleri sürülen talepler ekonomik ve düzen içi talepler olması nedeniyle doğrudan kapitalist sistemi hedef almamaktadır. Fakat öfkeyi ortaya çıkaran nedenin kapitalizm olması nedeniyle sokağa yansıyan tepki, dolaylı olarak sisteme duyulan bir tepkidir.
Geniş kitlelerde açığa çıkan öfke bir alternatif arayışıdır aynı zamanda. Bu doğrudan siyasi bir perspektif olarak dile gelmediği sürece en kitlesel, çatışmalı, hükümet düşüren eylemler dahi kendiliğindelikten kurtulamayacaktır. Dahası kitleleri tepki duydukları sömürücü sisteme razı olmaya mahkum edecektir.
Kapitalizm en ağır krizlerinden birini yaşıyor olsa da krizden çıkabilecek ve kendini yeniden yapılandırılabilecek bir niteliğe sahiptir. Kapitalizmi yıkacak, parçalayacak olan krizler ve bu krizlere karşı kendiliğinden hareketler değildir. Kapitalizmi tarihin çöplüğüne atacak olan, onun mezar kazıcısı proletaryanın sınıf mücadelesinde burjuvaziyi alaşağı ederek, iktidara gelmesidir.
Bir parantez açarak kapitalizmin varoluş krizi teorisine değinmek isabetli olacaktır. Kimi devrimci özneler tarafından savunulan varoluş krizi ile vurgulanan kapitalizmin birden çok krizi (ekonomik, siyasi, iklim, gıda gibi) aynı anda yaşadığı ve bunun kapitalizmi çöküşe götüreceğidir. Bu teori her ne kadar devrim adına savunuluyor olsa da özünde kapitalizmin kendiliğinden yıkılacağını ileri süren evrimci bir içeriğe ve anlayışa sahiptir. Dolayısıyla sınıf mücadelesini düzen içi sınırlara hapseden reformizme kapı aralanmaktadır. Marks ve Engels’in proleter yanın bilimsel ideolojisini kurdukları Komünist Manifesto’da “Günümüze kadarki bütün [sınıflı] toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir” vurgusu aynı zamanda sınıflı toplumlarda egemen sınıfın kendiliğinden yıkılmayıp, tam aksine şiddetli sınıf savaşımıyla tarihe karışacağının vurgusudur. Bu anlamıyla varoluş krizi teorisi Marksizm ile bağdaşmayan, sınıf mücadelesini saptıran ham bir teoridir.
Proletaryanın kendisi için sınıf olup, iktidar bilinciyle zafere yürümesi proleter ideolojiyle mümkün olur. Bu bilin Lenin’in vurgusuyla dışarıdan, işçi sınıfının öncü ve örgütlü kurmayı tarafından, işçi sınıfına ve ezilen kesimlere taşınır. Proletaryanın tarihsel misyonunu yerine getirmesi onun biricik örgütü Komünist Parti’sine bağlıdır. İşçi sınıf ve ezilen kesimler, ancak demir disiplinle örgütlü, iktidar bilinciyle donanmış, savaşçı bir Komünist Parti tarafından burjuvaziyi alaşağı ederek sınıf mücadelesini devrimle taçlandırabilir.
Bugün dünyanın birçok yerinde kitlesel olarak gerçekleşen eylemlerin en önemli eksikliği proleter ideolojiyle donanmış bir önderliğinin, Komünist Parti’sinin olmamasıdır. Bundan dolayıdır ki kitlesel hareketler ağır bedeller ödemesine rağmen bir takım haklar dışında hiçbir şey elde edememektedir. Düzenin sömürü çarkı dönmeye devam etmektedir.
Kapitalizmin yaşadığı çoklu kriz bir yandan faşizmi azdırırken diğer yandan objektif koşullar dediğimiz devrim için muazzam örgütlenme olanakları yaratmaktadır. Kitlelerin biriken öfkesini, kabaran o dip dalgayı yakalamak ve sistemi alt üst edecek maddi bir güce dönüştürmek devrimci ve komünistlerin dört elle sarılması gereken sorumluluğudur. Bozkırları tutuşturmanın başka yolu yoktur.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 14 Kasım 2019 tarihli 48. sayısından alınmıştır.